22 Ağustos 2008 Cuma

Kral Harlaus'un Hikmetinden Sual Olunmaz


Yazın bunaltıcı havasının ve işlerin yoğunluğunun eşgüdümlü çalışmaları sayesinde, eve vardığımda ölü gibi oluyorum bu günlerde. Utku'nun uyumasıyla oluşan akşamın boş saatlerinde Mount and Blade oynamaktan daha çekici hiçbir aktivite gelmiyor aklıma şu aralar.

Artık bilmem kaçıncı karakterimi yarattığım oyunda son bir haftadır yeni birşey deniyordum: Hiçbir siville ters düşmeden renown kazanmak. Zorluğundan değil, sıkıcı olmasından dolayı özel bir seçim bu. Zira sivillere bulaşmamak demek kervanlara saldıramamak, paraya sıkışınca köy yağmalayamamak, kral ve lordların vergi toplama görevlerini reddetmek ve bu nedenle xp ve paradan mahrum kalmak demek.

Bu yoldan ayrılmadan iyi bir karakter oluşturmuştum ki, oyunun geçtiği Calradia'daki toplam beş krallıktan benim cici karakterime vassal'lık öneren dördüncü kral olan Kral Harlaus'a "hayır" demeye gönlüm razı olmadı ve kıçı kırık bir köyün vergi gelirleri karşılığında Swadian'lara katıldım.

Swadia Krallığı'nda iyi bir yer edinmek için kraldan ve Swadian lordlarından kimi görevler almak gerekiyor. Bu görevlerin beni sivil halkla karşı karşıya getirme ihtimali nedeniyle herhangi bir lorddan herhangi bir görev almadım. Ama krallığın mareşali de olan Kral Harlaus'un 12 adamımla birlikte beni göreve çağırmasına da "hayır" demek olmazdı. (Farkettim de, Kral Harlaus'a şimdiye kadar hiç "hayır" dememişim.)

Buraya kadar iyi hoştu da şöyle bir sorun vardı: Bizim korkak kral, kendi komutasındaki 250 askere ek olarak, adamlarıyla beraber altı lordu ve benim ekibimi, bi' ara fethetmeyi başardıkları Almerra Kalesi'nin etrafında dolap beygiri gibi döndürüp, düşman arıyordu. Bu normal gibi gelebilir ama Calradia'nın yüzde birine falan tekabül eden bir bölgede bin askerle altı gün dolaşmak bana hiç mantıklı gelmiyordu. Daha da mantıksız gelen durum ise, böylesine korkak bir kralın krallığının oyundaki en yüksek trafikli bölgede olmasının getirdiği dezavantaja rağmen en güçlü durumdaki krallık olmasıydı. Renown'u 800'lerde gezen Kral Yaroglek'in Vaegir'i, 300 civarı renown'a sahip Harlaus'un Swadia'sından çok daha kötü durumdaydı.

Almerra Kalesi'ni tavaf etmek suretiyle geçen saatlerden sonra oyundan aldığım zevkin artık azalmaya başlamasıyla, bir yandan savaş sisteminde böyle bir sorunun varlığına izin veren Armağan'a gönül koyup bir yandan Harlaus'un pısırıklığına saydırırken, Harlaus beni şaşkınlığın dibine vuran bir kararla Almerra'dan epey uzaktaki Epeshe köyünü istilaya etmeye gitmesin mi!! (Ah, tabii ki diğer lordları da peşine takarak.)

Sırf Harlaus'u takip etme zorunluluğundan dolayı taa Epeshe'ye vardığımdaysa, solt alt köşede beliren yazı beni cinnete koşturdu: "Enemy spotted near Almerra Castle"!!

Ben bir yandan oyunun savaş sistemine, bir yandan Harlaus'a saydırırken, meğer ikisinin de bir bildiği varmış. Meğer kralların hikmetinden sual olunmazmış : )

21 Ağustos 2008 Perşembe

Yerel Seçimler, Disneyland, Bayraktar

Milyon dolarların döndüğü bir pazarda tesadüflere yer olmadığına inanırım.

22 Temmuz seçimlerinden sonraki dönemde, Melih Gökçek ve ekibinin AKP'yle yaşadığı soğukluk ve sorunlar nedeniyle, AKP'nin müstakbel Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayının, TOKİ'nin konut teslim törenlerini AKP mitingine çeviren, bu mitingler sürecinde AKP'ye 6 puan mertebesinde oy kazandırdığı iddia edilen TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar olduğu söyleniyordu. Ne tesadüftür ki, hemen hemen aynı dönemlerde, Ankara'ya yapılması planlanan Disneyland projesinde Melih Gökçek'in ağırlığı ve açıklamaları günden güne azalmaya başlamıştı. Ve nihayet bundan beş-altı ay öncesi dönemde, Disneyland değil ama bir Temapark'ın Ankara'da yapılacağı söylentisi iyice ayyuka çıktı. Öyle ki, Bayraktar, gazete röportajlarında bu Temapark'tan övgüyle söz etmeye dahi başladı.

Ancak projenin olgunlaşması sürecinde işe talip olan tek ortaklık ile TOKİ arasında süren görüşmelerde garip sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Söz konusu ortaklığın açıklamalarına göre TOKİ, Temapark için satışa çıkarılması istenilen 6 milyon metrekarelik arazinin yalnızca 3.5 milyonunu Temapark alanı olarak ayırıp, geri kalan kısımda, Temapark'ın etrafında konut alanı olarak kendisi tarafından kullanılacak bir rant bölgesi yaratmak istedi.

İki çıkar odağının rant kavgasında taraf olacak değilim. Ama risk alıp yatırımıyla maddi bir momentum oluşturacak bir ticari hareketin, bu momentumun sağlayacağı rantı bir çırpıda gözden çıkarmayacağını herkes gibi Bayraktar da biliyordu herhalde. Ama bu, O'nu, araziye o şartlar altında talip olmadığını bildiği halde Eskidji aracılığıyla açık arttırmaya sunmaktan engelleyemedi.

Bayraktar'ın TOKİ'sinin o gün için anlamsız görünen hareketi bugün nihayet anlaşılır hale geldi! Önce Bayraktar, Eskidji'deki fiyasko açık arttırmadan hemen sonra, Temapark tipi yatırım için İstanbul'dan büyük istek geldiğini, bu konuda çalışma başlatacaklarını açıkladı.

Aradan bir hafta geçti, AKP'nin yerel seçimlerde Bayraktar'ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı yapacağı konuşulmaya başlandı.

Türkiye ve çevre ülkelerin biri Ankara'da diğeri İstanbul'da iki Temapark'a birden misafir çıkarması zor. Bu durumda Temapark'ın ya İstanbul'da ya da Ankara'da olacağını varsayabiliriz. Ve bu il tercihinin Bayraktar'ın siyasi kariyerinin yol haritasına paralel değişiklikler gösterdiğini gördük.

Bu tesadüf mü sizce? Tesadüf falan değil. Olay, Bayraktar'ın koltuk uğruna Ankara'nın geleceğiyle oynamasından ibaret.

19 Ağustos 2008 Salı

Zargan'dan Site Kapatmalara Protesto

Zargan'ı belki biliyorsunuzdur. Bu on-line sözlüğü sıkça kullandığımı söyleyebilirim. Bugün Zargan'a girdiğimde küçük bir şok yaşadım. Şokun sebebi, youtube'da görmeye alıştığımız "Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir" uyarısının bir benzerini görmemdi; bir farkla: "Bu siteye erişim kendi kararıyla engellenmiştir".

Bu küçük sirprizin hemen altına eklenen protesto açıklamasını buraya da taşımak istiyorum:

"Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın ve Türk mahkemelerinin son aylardaki site kapatma kararlarının en azından kısmen keyfi olduğunu ve aşırıya kaçtığını düşünüyoruz. İletişim özgürlüğünün karşı karşıya olduğu tehlikeye dikkat çekmek amacıyla Zargan’a erişimi 20 Ağustos gece yarısına kadar kendi isteğimizle sembolik olarak engelliyoruz. Kampanya detayları için lütfen buraya, kampanya ile ilgili basında çıkan bir haber için buraya tıklayın.

Zargan’ı kullanmak için lütfen buraya tıklayın."

Umarım bir işe yarar :)

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Bulut Aras for teh win!

Türkan Şoray ve Bulut Aras'ın "Sultan" isimli filmini hatırlar mısınız? Hani Şener Şen'in Türkan Şoray'ın arkasından "Tultan Hanım, Tultan Hanım" diye yana yakıla koşturduğu şu film...

Tersanelerdeki "iş cinayetleri", benzerlik ve derin farklılıklarıyla bu filmi aklıma getiriverdi. Nasıl getirmesin ki?

Mesela, filmde Bulut Aras'ın oynadığı Kemal'in bıyıklarıyla, Bakan Faruk Çelik'in bıyıkları aynı değil mi Allah aşkına? Peki ya Kemal'in babası -ki mahallenin muhtarı oluyor kendileri- "adeta mahalleyi satmakla yükümlü" hareket etmiyor muydu? Sonra.. Bakan Çelik'in de Kemal'in de yürüyüşleri, edaları, aynı vurdumduymaz görüntüde değil mi?

Bakın işin rengi işte tam da bu vurdumduymazlık noktasında dönüveriyor ve farklılıklar başlıyor.

Kemal, tam da arabesk bir çapkın. Kelebek gibi; bir o kızda bir bunda. Ama iş ne zaman ki ciddiye biniyor, ne zaman ki babasının çıkarları mahallelinin yaşam alanıyla kesişiyor, işte o zaman babasının reddettiği sorumlulukları bir ceket gibi üstüne giyinmeyi biliyor.

Bakan Çelik'in Kemal'e benzerliği ise bıyıkta kalıyor. Değil başbakanın reddettiği sorumlulukları, görevi dolayısıyla bizzat kendi üstünde bulunan sorumlulukları da görmezden geliyor ya, cânım güzelliği yerle bir ediyor.

O koltukta Faruk Çelik değil, Kemal otursaydı, işçilerini bir çuval kumdan daha kıymetsiz gören sülükler, açtıkları yaradan kopmak zorunda kalmaz mıydı? En azından Kemal eline bıçağı alıp sülüğü etten söküp atmaz mıydı? Sökmeye gücü yetmese kendisi ceketini alıp çekip gitmez miydi?

Evet, Faruk Çelik böylesi bir cinayet serisinin böylesi bir son halkasından sonra dahi bıçağı eline alıp da sülüklerin peşine düşmeyi düşünmüyor. Haydi gücü yetmiyor diyelim. O zaman bir zahmet ceketini atıp da omzuna istifa edecek kadar Bulut Aras olsun.

Ve o koltuğa Bulut Aras otursun: Bulut Aras for teh win!

Ek: Vay anasını, Bakan bu blogu okuyor galiba?! Yazı yayınlandıktan saatler sonra çıkan bir haber burada.

Zaten "geçen gece telefon çaldı, arayan Bakan'dı".

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Bodrum Isis Hotel & Spa: Facia! Disaster! Désastre! Бедствие! Unfall!

Bu yazıda kesinlikle etik olmak için çaba sarfetmeye niyetim yok. Tatilimin kabusa dönmesinin baş sebebi olan bu otelden benim dilim yandı; bari başkalarınınki yanmasın... Yorum, review, comment; ne derseniz. Otuziki kısım tekmili birden! Duhuliye yüz kuruş, askere talebeye elli! Dönsün makara:

ETS Tur'un sitesindeki incelemelerim sonucu gitmeye karar verdiğim Bodrum Isis Hotel & Spa, köylü kurnazlığının bölge, sektör ve sınır tanımazlığının bir belgesi sanki. ETS sitesindeki resimlere baktığınızda, otelin gerçekten de iddia edildiği gibi "1. Sınıf Tatil Köyü" olduğuna inanmamak mümkün değil. Zannedersiniz ki Bodrum'a paşa gelse orada ağırlanır. Ama kazın ayağı öyle değil.

İlk izlenimle başlayalım...

Bodrum coğrafyası nedeniyle otele erişmenin zorluğuna laf söyleyemem; başka seçenekleri yok. Ama otel sınırlarına girdiğiniz anda anlıyorsunuz ki giriş ve lobi dahil olmak üzere otelde uzun süredir bakım yapılmamış. Olsun moralinizi bozmuyorsunuz: tatile geldiniz!

Resepsiyona gidip odanızı istiyorsunuz. Satış sözleşmesinde saat 14:00'de size teslim edileceği söylenen odanıza ancak 15:30'da girebiliyorsunuz. Ve girişinizle ilk gerçek hayal kırıklığını yaşamanız bir oluyor: ETS Tur'a bildirdiğiniz oda tercihlerinden tek bir tanesi bile dikkate alınmamış. Hemen resepsiyona gidip durumu bildirdiğinizde, beklendiği üzere, o an tüm odaların dolu olduğu söyleniyor size. O an görevliye sorduğum tek soru şuydu: "Rezervasyon sırasında belirttiğim tercihlerden BİR TEKİNİ dahi karşılayacak odanız yok muydu yani?" Herhalde bu soru görevliyi biraz olsun insafa getirdi ki, ertesi gün saat 12:00 civarı tekrar gelmemi, yeni odaya transfer edileceğimizi söyledi.

ETS'nin sitesinde tanıtılandan epey farklı bir tesis bulmuş olmanın verdiği güvensizlikle oda transferi için garanti istedim. Verdi: Garanti kendisiydi!

Ertesi gün 12:00'de tekrar resepsiyona gittim; odalar boşalmadan, yani saat 14:00'den önce yardımcı olamayacağını söyledi. Ve saat 15:00'de yeni odamıza kavuştuk. Ve tabi ta-daaa: Bizden önce odada kalan ailenin kullanılmış bardakları orada öylece duruyordu. Ücretsiz olduğu vaad edilen minibar ise bomboştu.

İlk gün kaldığımız odaya, transfer konusu nedeniyle yerleşmemiş olduğumuzdan, yol yorgunluğu hala üzerimizdeydi ve o an otelin eksikleriyle uğraşmak içimizden gelmedi. Ama otel tüm benliğiyle bizi zorluyordu. Şantiyelere kurulan derme çatma tuvaletlerin kapısını andıran oda kapısının aralıklarından içeri giren sivrisinekler -evet, yanlış okumadınız; oda kapısında, sivrisineklerin geçebileceği kadar geniş aralıklar var- otelin yeni saldırı planıydı. Terlik ve gazete gibi savunma silahlarıyla on-onbeş civarı sivrisineği etkisiz hale getirdikten sonra uyumaya karar verdik. Bodrumun 35 derece sıcağında klimayı açıp rahatlamak ve dinlenmek istiyorduk. Ama klima buna hazır değildi. Toplam üç kademesi olan klima, kademeler arası ayrıma karşıydı ve hep aynı düşük seviyede çalışmakta inat ediyordu. Bu yüzden de, azıcık serinlemiş bir oda için yaklaşık iki saat sabretmemiz gerekiyordu.

Evet, oda tam bir rezaletti ama artık nihai odamıza yerleşmiştik ve önümüzde hala 5 günlük bir tatil vardı! Utku'nun inatçı katkılarıyla sabah erkenden gittiğimiz kahvaltının görüntüsü pek de iç karartıcı değildi açıkçası. Pek zengin bir sofra olmasa da gördüğüm en fakiri de değildi. Ama görüntü her zaman aldatıcıdır!

"Ultra herşey dahil" diye yutturulan bu tatil paketinde, taze sıkılmış portakal suyu ücretliydi. (Aynı şekilde, markalı içecekler de ücrete tabiydi ama paket hala "Ultra herşey dahil"di!!!) O kadar para verdikten sonra taze sıkılmış portakal suyuna para vermek enayilik gibi gelince ben de çareyi hazır (ve ücretsiz) meyve sularında buldum. Hani şu kübik kaplarda ha bire bir merdaneyle döndürülen ve soğutulan, ve herzaman vişne ve portakal ikilisi olarak varlığını sürdüren meyve sularında. Hemen bir bardak vişne suyu aldım ve kafaya diktim. Diktim de, bir türlü vişne tadı alamadım. Ağzımda düpedüz su tadı vardı ama içtiğim şey kesinlikle kırmızıydı. "Yok artık" diye düşünüp bir de portakal suyunun tadına baktım ama bir şekilde bunun da tadı vişne suyunun tadıyla aynıydı!

Kısa süren kahvaltı faslının ardından, Utku'nun rahatsızlığı nedeniyle odaya döndük ve odanın temizlenmesi için kapıya "Lütfen odamı temizleyin" yazısını astık. Kahvaltı saatinden öğle yemeği saatine kadar kimse gelmeyince yemeğe gitmeye karar verdik.

Yemekte oturduğumuz masadaki PET su şişesinin kapağı açıktı ve şişe epey hırpalanmıştı. Hemen garsondan kapalı bir şişe su getirmesini istedim. Garsonun yanıtı güzeldi: kapalı şişeleri kalmamıştı!! Evet evet, otelin ana restoranında kapalı bir şişe su yoktu. "Bi ara garsonu kızdırdım herhalde" diye boş olan diğer masalardan su almaya yeltendim ki, tüm şişeşerin yamuk yumuk ve açık kapaklı olduğunu farkettim.

Şimdi, bir otel kapalı su vermek zorunda değil, tamam. Ama bari, be adamlar, açık suyu ezik büzük PET şişelerde değil pazar malı sürahilerde vereydiniz ya! Hiç mi tesis görmediniz!

Kapalı sudan ümidimi kesince garsondan bir fanta isteyip yemeğimizi yemeye koyulduk. Yemekler bitti, biz kalktık ama garson gelmedi. "Olsun"du, belki unutmuştu fantayı.

Ama sürpriz odamızdaydı: sabah kapıya astığımız "Temizlik istiyorum" yazısı, hala kapının üstündeydi. Birilerinin gelip odayı temizlemesi için oda servisini bir kere, minibarın doldurulması için ise iki kere aramam gerekti.

Gelen temizlikçinin temizlik anlayışından kitap çıkaracak yazarlar tanıyorum ben! Bizden önceki ailenin kullanılmış bardakları hala odamızdaydı ama temizlikçinin bardaklarla yüzleşmeye niyeti yoktu. Rica edince ise içim daha bir hoş oldu: Adam klozeti sildiği elleriyle bardakları aldı; tuvalet lavabosunda yıkayıp aldığı yere koydu. Farklı frekanslarda olduğumuzu anlayınca, hiç üstelememeye karar verdik. Ama demiştim ya; otel bizi sınıyordu. Bu sefer bey amca tası tarağı toplayıp gittiğinde odada tuvalet kağıdı olarak yalnızca yarım bir rulo, sabun olarak ise kibrit kutusundan biraz daha küçük tek bir kalıp vardı. Neyse ki uyarım sonucu ikişer tane daha almayı başardım.

Sorunlar keşke bunlarla sınırlı olsaydı. Dinlenmek için gittiğiniz otel sizi yoruyorsa, gerçekten çok kötü bir durumdasınız demektir. Odanızdan çıkınca gördüğünüz yapılar, bir tatil köyünden ziyade gecekondu mahallesini andırıyor. Birbirinden farklı zamanlarda ve modellerde inşaa edilmiş bungalowlar, sağa-sola dökülmüş inşaat kumları, bahçelere bırakılmış el arabaları ve inşaat malzemeleri... Belli ki yönetimin tek derdi, otel bölgesindeki bütün boşlukları uygun boyutta yeni bungalowlarla doldurmak olmuş. Bu seri üretim anlayışının doğal sonucu olarak da ortaya çıkan "eser" göz işkencesi ve kalite katli. Bonusu da unutmamak lazım: o yoğun yapılaşma içinde bebek arabası veya tekerlekli sandalye için geçiş yolları yapmayı unutmuşlar...

Yazdıkça iyice farkına varıyorum ki, otelin kalbur üstü en ufak bir tarafı yokmuş ne yazık ki. Benim halkımın mutsuzluğunun ve yaşadığı güvensizliğin en güçlü sebeplerinden olan bu zihniyetin hala hakim sınıflarda bulunması bana gerçekten ağır geliyor. Böyle adamların değil, işini düzgün yapanların para kazanması için otelle ilgili tüm şikayetlerimi burada toplamış oluyorum. Umarım ki bu cehennem yere gitmek isteyenler bu yazıyı okur da, benim düştüğüm tuzağa düşmez.

Yazıyı puanlamayla bitirelim, tam olsun:
Genel (Overall): 1/10
Tesis (Facility): 1/10
Etkinlikler (Activities): 2/10
Oda (Room): 0/10