30 Ocak 2008 Çarşamba

Bir olasılık problemi

Öyle aklıma gelen bir soru... Gayet basit:

***********************************************************
Büyük bir çuval düşünün. Bu çuvalın içinde 100 tane nesne olsun.

Bu çuvalın içindeki nesnelerin %60'ının rengi sarı olsun.

Yine bu çuvalın içindeki nesnelerin %60'ının şekli küp olsun.

Buna göre, bu çuvalın içinde en az 1 tane sarı renkli ve küp şekilli bir nesne bulunması olasılığı kaçtır?
***********************************************************

Aslında bu soruyu buraya yazmayı düşünmüyordum ama yeğenim soruyu yazılı göndermemi isteyince (çok yazık :) ) buraya yazmaya karar verdim. En az 7-8 kişinin yanlış yanıtladığı bir soruyu burada sormak çok da garip olmasa gerek :)

Eee, yanıtlamak isteyen var mı?

25 Ocak 2008 Cuma

Hayat'tan bir alıntı...

Ortalama bir hayatım ben; Deniz'in hayatıyım.

O'nu hiçbir zaman uçurumlu yollara sokmadım, ama -sırf kendisinin iyiliği için- çakılı ve dolambacı eksik etmedim yollarından.

Bana bayıldığını sanmam. Benden bir şikayeti olduğunu da düşünmüyorum. Ama bana, hakettiğim şefkati göstermediğini çok zamandır hissettirmeye çalışıyordum. En sonunda, dün gece, aklına girmeye karar verdim!

Yatağa girdiğinde uyumasına izin vermedim: Şener Şen'i soktum aklına! İlkin Vecihi'yi hatırlattım. Sonra Kibar Feyzo'nun köyünün ağasını. Şener Şen'in ne kadar iyi bir komedi filmi oyuncusu olduğunu hatırladı Deniz. Öyle ya, o muzip gülüş ne de yakışıyordu adamın suratına. Gülümsedi yatağında. İşte tam o sırada, doğru zamanın geldiğini anlayıp, Deniz'in zihnine şeytanca Eşkiya'yı, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'ni, Gönül Yarası'nı çağırdım. O muzip gülüşün yerini yüzdeki derin çizgilere, bana -yani hayata- özgü nasırlara, her daim asılı kalan hüzne bıraktığını farketti Deniz. Ve amacıma ulaşmıştım: Bilmem kaçıncı defa, aklında yine beni tersten yaşama arzusu vardı.

Yoo, bana "eksik" diyemezdi. Gidişatımda "bir terslik" olduğunu da düşünmez. Beni olduğum gibi kabul eder etmesine de, çocukluğundan beri her gördüğü ihtiyarın yüzü depreştirir o ihtirasını. Bunun imkansızlığı, hele ki kafasının dumanlı olduğu zamanlarda, ihtirasının yerini beni kısa kesme fikrine bıraktırır. Yanlış anlaşılmasın; intihar değildir aklından geçen. En azından ben, kendi adıma buna sebep olacak bir halt yemediğimi söyleyebilirim. Deniz yalnızca kendisi için değil, tüm türdeşleri için bunu istiyor: gülümsemelerin rakibi olmamalı.

Demek ki ona öğreteceğim daha çok şey var.

16 Ocak 2008 Çarşamba

Alevilik, Ilımlı İslam ve AKP

Bir tartışmanın başlangıç noktasının "kavramlar ve tanımlar üzerinde uzlaşı" olarak belirlenmesi, tartışmanın sağlıklı ve verimli bir biçimde sürdürülebilmesi için güzel ve gerekli bir adımdır. Ancak bu uzlaşı çabasının, ihmal edilebilir miktarda çabayla dahi "yeniden tanımlama" haline dönüşmesi de mümkündür. Ve ne yazık ki kavramların ve tanımların yenilenmesi kimi zaman onların içinin boşaltılmasıyla sonuçlanır.

ABD'nin Irak'ı işgali öncesi ve sırasında yaşananlar, "aşk" gibi, "anne" gibi güzel kelimelerin yanına yakışacak kadar güzel başka bir sözcük olan "demokrasi"nin içinin boşaltılmasının acı bir örneği olduğu kadar, kavramların nasıl kişiliksizleştirilebileceğinin de paragonudur.

Bu başarının maliği G. W. Bush'un dost ve müttefiklerinden yalnızca biri olan Başbakan Erdoğan ve ekibi de aslında bu bağlamda Bush'tan geri kalmaz. Bu ekibin laiklik ve irtica gibi kavramların yeniden tanımlanması isteği uzak geçmişin enstantanelerinden birer örnek değil, güncel olaylardır: Bülent Arınç'ın laikliğin yeniden tanımlanması isteği (!) ile Erdoğan'ın "irtica yeniden tanımlansın" çıkışı, siyasal İslam'ın popülerliğinin doruk noktalarını yaşadığı Erbakan dönemine değil, 2006'nın son aylarına denk gelir. Bu iki çıkışın hemen hemen aynı dönemlerde gerçekleştirilmiş olması da aslında planlı atılan adımlar olduklarının göstergesidir.

Bugün yine aynı ekibin zihninden çıkan, yine birbirine yakın tarihlerde takvimlerdeki yerini alan, yine bir yeniden tanımlama atağı yaşıyoruz: Önce, 2007 yılı başında Fethullah Gülen destekli Abant Platformu Alevilik'i masaya yatırdı ve aynı dönemde AKP'nin Alevi oylarını kazanmak üzere Alevi adayları vitrinine çıkaracağı haberleri yükseldi. Daha sonra ise, sağır sultana kulak tıkatacak gürültüyle Erdoğan'ın "muharrem iftarı"na katılacağı duyuruldu. Tüm bu gelişmeler sırasında ise asıl ilginç olan, bin yılı devirmiş Alevilik'in, yeni bir popüler kültür öğesi gibi lanse edilmesi, gazetelerin Alevilik'e dair yalan-yanlış postülatlar yayınlaması ve bu alternatif yaşam biçimi (!) Erdoğan tarafından gün ışığına kavuşturulmuş gibi bir atmosfer yaratılmasıydı.

Ilımlı İslam'ın figüranlarının bu atılımlarının samimiyeti ve bu atılımlara Aleviler'in tepkileri çoktandır tartışılıyor. Ancak süren bu tartışmaların gidişatı, Alevilik kavramının içinin boşaltılmasından çıkar sağlayacakların ekmeklerine yağ sürmeye başlamış durumda. Burada iki soru sorulabilir: 1. Bu çıkar sahipleri kimlerdir? 2. Bu işten ne gibi çıkarları olabilir?

Alevilik tartışmasının çıkar sahipleri kimlerdir? Çıkarları nelerdir?
Alevilik'in toplumda yanlış veya eksik bilinmesi elbette ki istenen bir durum değildir. Dolayısıyla, toplumun bu anlamda bilinçlendirilmesinin sağlanması olumlu bir çabadır. Ancak durumdan vazife çıkaran bir grubun yine kendileri tarafından seçilen kişilerden oluşmuş bir ekip arasında Alevilik'i tartışması, Alevilik'in topluma anlatılması amacına değil, toplumda Alevilik ile ilgili soru işaretlerinin artmasına katkı sağlar. Bu kafa karışıklığı ise toplumun her daim manipüle edilebilir durumda tutulması için gerekli bir altyapıdır: gerektiğinde Alevilik, Sünnilik'e karşı istenmeyen, tercih edilmemesi ve desteklenmemesi gereken bir seçenek yani bir "öteki" olarak sunulabilir, gerektiğinde kendini Alevilik içinde tanımlayan muhalif veya reformist unsurlar kimliksizleştirilmiş yeni Alevilik tanımı içinde törpülenir ve zayıflatılabilir. Tayyip Erdoğan'ın ünlü "Alevilik Hz. Ali'yi sevmekse ben de Alevi'yim" demeci ve AKP'yi sosyaldemokrasinin yeni adresi olarak gösterme çabası, bu gayretlerin örnekleridir.

Konu bu anlamda değerlendirildiğinde, Alevilik'in birden bire müthiş bir ivmeyle tartışılmaya açılması, Ilımlı İslam'ın mimarlarının projelerini dayandırdığı temellerden biri olmasa bile taşıyıcı kolonlardan biri olarak görülebilir!

AKP'nin bu açılımının Aleviler içinde doğurduğu tartışmaların AKP tarafından amaçlandığına inanmasam da AKP tarafından memnuniyetle karşılanacağına da şüphe yok. Zaten Alevilik'in dışında olup da Aleviler tarafından ortaya konulan tavır ve alınan kararları tartışma maddesi olarak gündemde tutan AKP yanlısı gazetecilerin bolluğu da bu memnuniyeti bir anlamda ispatlıyor.

Şu halde, Alevilik'in bir tartışma konusu olarak yoğun bir şekilde gündemde tutulması, varolan sistemin güvencelerinden biri olarak gösterilmesi ve bu algılamanın pekiştirilmesi, sistemle olan ilişkisinin yeniden düzenlenmesi beklentisi ancak Ortadoğu halklarının geleceğini yalnız kendi kalemleriyle çizme isteğinde olanlarla bunların mürekkeplerinin işine yaramaktadır.

Bu demek değildir ki Alevilik veya diğer herhangi bir din veya dünya görüşü bir tabu olarak kalmalıdır. Aksine, içlerindeki aydınlanmacı unsurlar baskın öğeler haline gelmelidir ki topluma hizmet edebilsinler ve varlıklarını sürdürsünler.

İşte o zaman ve ancak o zaman farklılıklar kutuplaşma sebebi olarak değil, zenginlik kaynağı olarak görülecektir toplumda.

10 Ocak 2008 Perşembe

Kablo İnternet


Uzun yıllar 56k bağlantıyla çile doldurduktan sonra daha hızlı bir internet bağlantısı almaya karar verdiğimde iki seçenek vardı önümde: ya Türk Telekom'dan veya onun hizmet sattığı şirketlerden ADSL satın alacaktım ya da Türksat'ın Kabloİnternet'ini.

Türk Telekom'un özelleştirme görünümlü peşkeşle yabancı sermayeye aceleyle hediye edilmesi tek başına zaten yeterince sinir bozucu değilmiş gibi, önümdeki topu topu iki seçenekten birini seçim dışı bırakarak beni bir mecburiyete de itmişti aynı zamanda.

İşte böylesi bir mecburiyetle başladığım Kabloİnternet'li hayatımın ilk günleri cicim ayları şeklinde geçerken, sonraki bir-iki hafta içinde, gelecekte ne kadar kabus olabileceğinin ipuçlarını vermeye başladı.

Akşamın bilmem kaçında işiniz internete düştüğünde kablo modeminizin ışıl ışıl yanması gereken diyotları size yalnızca göz kırpıyorsa, yapabileceğiniz tek şey Türksat'ın müşteri hizmetleri servisini aramaktır. Evet, aslında hiç hizmet olmamasından daha iyidir böyle bir servisin olması fakat telefonunuzun 4, 0, 1, 2 ve 6 numaralı tuşlarını diğer tuşlardan daha sık kullandığınızı farketmeye başladığınızda telefonda önce "kolay gelsin"leri, sonra "iyi akşamlar"ı esirgiyor, daha ilerleyen aşamalarda ise farklı hitaplar geliştiriyorsunuz.

Bütün bu yazdıklarım, aslında sıkça rastlanabilecek memnuniyetsizlik örneklerinden biri. Konunun asıl can sıkıcı tarafı, memnuniyetsizliğimin kaynağı durumundaki şirketin çarşaf çarşaf ilanlarla duyurduğu kampanyanın ucunun maddi ve teknik yönden bana ve Kabloİnternet kullanıcılarının önemli bir kısmına dokunuyor olması.

Maddi yönden başlayalım... Benim Kabloİnternet aldığım dönemde fiyatı, hızı ve esnekliğiyle en mantıklı seçenek 1Mbps-kotalı internet seçeneğiydi. Sıkça sorun yaşatmasını ve kimi zaman tüm haftasonu süren bölgesel arızaları gözardı edecek olursak, 15YTL'lik fiyatı nedeniyle gayet cazip görünen bu hizmetin fiyatı, "Büyük İndirim" diye duyurulan kampanyada 16YTL'ye yükseltilmiş durumda. Elbette ki Türksat'ın sunduğu hizmetin fiyatını belli miktarlarda arttırma hakkı vardır. Lakin, Kabloİnternet kullanıcılarının büyük kısmının abone olduğu bu hizmete yapılan zammın "Büyük İndirim" kampanyasıyla gözlerden kaçırılması hiç hoş değil.

Teknik Boyut
İşin teknik yönüyle açıklanınca ortaya çıkan gerçekler ise daha sevimsiz. Bu sevimsizliği ortaya çıkarmak için ilk önce ADSL ve Kabloİnternet teknolojilerinin ortak ve farklı yönlerini incelemek gerekiyor.

Hem ADSL hem de Kabloİnternet omurgası fiberoptik teknolojisinden faydalanır. Yani veri trafiğinin aktığı ana arterlerde veri fiberoptik kablolarla taşınır. Ana arterden sitenize, evinize ve nihayet odanızdaki bilgisayara bağlantı çekmek için ADSL twisted pair kablo kullanırken, Kabloİnternet koaksiyel kablo kullanır.

Koaksiyel kablonun veri taşıma kapasitesi, twisted pair kablonun kat kat üzerindedir. Bu anlamda koaksiyel kablo, hızlı internet bağlantısı için çok iyi bir çözüm olarak görülebilir. Ancak Kabloİnternet hizmetinde, ana arterden odanıza kadar gelen koaksiyel kablo birden fazla kullanıcı tarafından paylaşıldığı için, bu kablonun sağlayabileceği hızdan sizin payınıza düşecek miktar, kabloyu paylaşanların sayısı arttıkça düşecektir. Dolayısıyla, "Büyük İndirim" türünden kampanyalar yeterli altyapı yatırımıyla desteklenmediği müddetçe Kabloİnternet abonelerinin veri indirme hızları, sözleşmelerinde yazan değerin epey altında kalmaya devam edecektir.

Daha sade bir dille anlatmak gerekirse: gerekli yatırım yapılmazsa Kabloİnternet hızı, kullanıcı sayısı arttıkça düşecek.

Ve neticede olan, telefonumun tuşlarına ve benim sinirlerime olacak.

8 Ocak 2008 Salı

Oh be, yabancı hayranı değilmişim!


Çabuk sıkılan, maymun iştahlı biri olmamdandır herhalde, öyle ahım şahım bir futbol izleyicisi değilim: televizyon başındaki yerimi alıp seyre başladığım maç düşük tempoda seyrediyorsa, bir de üstüne yana-geriye paslar havada (ve tabii ki yerde) uçuşuyorsa, baş parmağımı kumandanın P+ tuşuna götürürken ne gözümde yaş belirir, ne zihnim meraktan kıvrılır, ne de vicdanım sızlar. Ama kendimi bildiğimden beri İspanya, Almanya, İngiltere ve hatta İtalya liglerinin beni daha uzun süre hipnozda tutmayı başardığını hatırlarım. İşte tam da bu nedenle hep kendime sormuşumdur "neden?" diye.

Düşük tempoysa derdim İtalyanlar'ı niye izledim? Hasan Şaş'ın yana ve hatta kendi kalesine doğru yaptığı koşuların günahı neydi İngiliz takımlarını izleyecektiysem? İspanyollar'ın hiç mi kötü maçı olmadı? Almanlar pek mi estetik duruyor topla?

Elbette ki bu ülkelerin tamamı, diğer pek çok alanın yanı sıra futbolda da Türkiye'den daha iyi durumdalar ama benim televizyon başında yaşadığım buhranın sebebinin sahada oynanan futbolla ilgisi olmadığını nihayet kavradım. Meğer futbol diye izlediğim -hadi haksızlık etmeyelim, beni saran şey- sahadaki atmosfermiş. Ve yine anladım ki, kim ne derse desin, atmosferin esas sahibi ve yaratıcısı tribünlermiş.

Bakmayın siz Avrupa kupalarındaki rakiplerin havaalanlarında ayaküstü yaptıkları "Türk seyircisi bizde olsa keşke" kıvamındaki ağza bal çalmalarına. Ne desin ki adam? "Şunca yıldır kupalara katılırsınız, bir 2000'de UEFA'yı aldığınızı gördük; İstanbul'a da gezmeye geldik" mi diyecekti?

Tamam, Türk seyircisi ateşlidir ama o ateş neredeyse tamamen bencildir. Ne yani, tribünler Pınar Başı'nı söyleyince sahadakiler sancak görmüş süvari gibi aşka mı gelecekler? Ya da iki hafta sonra karşılaşılacak ezeli rakibe düz gidilince forvet kendini mi bulacak?

Takımı gerçekten de ateşleyebilen bazı tezahüratlar olduğunu kabul ediyorum ama hangi insan evladı "yaparsın, ezersin, aslansın koçum" yerine yalnızca ve basitçe takdir edilmeyi tercih etmez ki? Yani tam da Avrupa'daki futbol izleyicilerinin tavrını?

Ya da maça çıktığın anda on bin nüfuslu güruh görmektense elli bin futbol seyircisi yeğ değil midir?

Bütün bunlar bir araya geldiğinde sahada veya ekranda gördüğümüz şey puan kavgasından futbol maçına dönüşüp güzelleşmiyor mu?

İşte bütün bunları farkettiğim anda anladım ki Türkiye Ligi'ni değil de Almanya Ligi'ni izlemeyi tercih etmemin sebebi bir olasılık bilinçaltımda beslediğim yabancı hayranlığı değil, salt futbol izleme isteğimmiş.

İyi hoş da sormazlar mı adama "bu işler neden orada öyle de burada böyle" diye?

Sorarlar. Zaten bütün mesele de o ya. Neden futbol izleyicisi bu kadar sorunlu? Uyuşturucu çok alınınca uyarıcı mı oluyor yoksa?

7 Ocak 2008 Pazartesi

"Üniversiteye herkes gitmemeli"


Söze bodoslama girmeyi severim. Belki de bu yüzden, lafı eveleyip gevelemeden konuşanlara da ilk notum hep olumlu olmuştur. Yeni YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan'ı birden bire sevmemin(!) ya da kendisine ısınmamın sebebi de bu durumdur herhalde: Sanki Cumhurbaşkanı ve Başbakan kendisine hiç "Aman Hoca, dikkat et, birşey söylersin de ipimizi çekerler" (*) diye ayar vermemiş de Başkan hazretleri bu sefer "Amaç, sadece belli sayıda insanı üniversiteye taşımak olabilir. Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir." (*) diye buyurmuşlar. Öyle asi, öyle başına buyruk!

Ben ne kadar işi şakaya vurmaya çalışsam da bu sözleri söyleyen insan -kuruluş şekli ve icraat dosyasının içeriği ne olursa olsun- Türkiye'de yüksek öğrenime yön verme sorumluluğunu taşıyan kurumun başı, ve bu kişinin ağzından dökülenleri geleceğin biraz bulanık bir kopyası olarak kabul etmek mümkün.

Yüksek öğrenimin geleceğinin fotoğrafı Özcan'ın bu sözleriyle özetlenebilecekse Türkiye'nin bugünden daha karanlık günlere doğru yol alacağını kestirmek zor değil.

Ancak Özcan -istemeden de olsa- önemli bir kararı da tartışmaya açmış oldu. Açıklamaları özetleyen yukarıdaki cümlelerden ilki üzerinde kafa yormaya değer aslında:
"Amaç, sadece belli sayıda insanı üniversiteye taşımak olabilir." Bu "belli sayıda insan"ın kimler olacağına dair yöntem ve öngörüleri bir süre için bir kenara bırakacak olursak, önerilen durumun "iyi" olmaktan öte bir çeşit gereklilik olduğunu düşünüyorum.

Evet, sosyal devlet anlayışı bireylerin temel gereksinimlerinin devlet tarafından karşılanmasını ve dahası, bu gereksinimlerin karşılanabilirliğini garanti etmelidir. Biraz daha açmak gerekirse, devletin görevi -örneğin- yalnızca üniversiteye giden kesimin bu alana ilişkin masraflarını karşılamak değil, aynı zamanda üniversiteye gitmek isteyenlerin gidebileceği üniversiteler de kurmak olmalıdır. Ancak, yine eğitim örneği üzerinden gidecek olursak, dengeli ve sağlıklı toplum gelişimi için, eğitim alanında gerçekleştirilmesi gereken yatırımlar üniversitelerle sınırlı kalmamalıdır. Üretim kültürünün oluşması ve devamı için gerekli ara eleman ihtiyacının da yine devlet tarafından yetiştirilmesi, kapitalist düzende yalnızca yırtıcı olmanın değil, hayatta kalmanın da gereğidir.

Türkiye'de ara eleman yetiştirilmesi için meslek liseleri kurulmuştur kurulmasına da, bu liselerden mezun olanların hayatlarının geriye kalan kısmında izleyecekleri yolun neredeyse tamamının sermaye sahipleri tarafından çizilmesine de göz yumulmuştur: bankalarda gişe memuru olarak çalışan biyologlar, gün boyu yalnızca teknik resim çizen makine mühendisleri, lokanta programları yazan bilgisayar mühendisleri, defter tutan iktisatçılarla birlikte meslek lisesinde bankacılık okuyan, endüstri meslek lisesi veya ticaret lisesinden mezun olmuş gençlerin hayattan tat almamasının da, toplum için harcanabilecek kaynakların mahvının da sorumlusu önce fazla nitelikli elemanı ucuza çalıştırma açgözlülüğüne sahip sermayedar, sonra ve daha çok ise, bu suistimalin önüne geçmek için gerekli adımları atmayan devletdir.

Elbette ki bu sermayedar ve devlet ilişkisi bir tesadüf veya ihmal sonucu değil, bile-isteye doğurulan bir durumdur. Sosyal devlet olma iddiasında olan bir devletin bu durumu oluşturması ilk bakışta bir çelişki gibi görülse de, durumun oluşması sürecinde alınan kararlar ve açığa çıkan ilişkiler için kullanılacak sözcük "çelişki"den daha ağır anlamlar içermelidir.

Şu halde, esas itibariyle, Özcan'ın dillendirdiği o tek cümle aslında Türkiye'nin doğru yola girmesi için atılması gereken adımlardan biridir.

Ama Özcan'ı YÖK Başkanı yapan Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın aklından geçen yöntemle gerçekleştirilecekse, Türkiye'nin yoldan çıkıp yalın ayak çakıl patikaya sapmasından başka hiçbir işe yaramayacağı aşikar. Zaten tam da o yüzden o kısmı burada tartışmadım ya.