24 Kasım 2008 Pazartesi

CHP'nin Türbanlıları

Yerel seçimler öncesi parti bünyesine katılan türbanlı yeni üyeleri "CHP'nin partiye kattığı türbanlılar" diyerek metalaştırıp yeni mobilya seviyesine indirgeyen, CHP'nin sol politikalardan vazgeçmişliğini veya daha törpülenmiş şekilde ifade etmek gerekirse çekingenliğini bu reklamcılık oyunundan daha az eleştiren yurdum liboşlarının kime ne faydası var?

20 Kasım 2008 Perşembe

Ankara'da Trafik Düzenlemeleri

İşim düşünce farkettim de... Ankara'nın büyük olasılıkla en işlek aksı olan Konya Yolu'nda Balgat yönünden Gazi Üniversitesi Hastanesi'ne doğru giderken, yakınınızda yine büyük olasılıkla Ankara'nın en işlek ve en büyük hastanelerinden birinin bulunduğuna dair en ufak bir tabela yok. Büyükşehir Belediyesi'nin çalışma anlayışına güzel bir örnek olsa gerek.

Bu noktada ilginç bir farklılığa dikkat çekmek istiyorum: Tayyip Erdoğan'ı ve AKP'yi var eden gerçeğin belediyecilik ve din sömürüsü olduğu konusunda hem fikirsek, yine AKP tarafından yönetilen İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin hakkını teslim etmemiz gerekir; adamların iş anlayışı Gökçek'le karşılaştırılamayacak kadar üstün. Yukarıda anlattığım durumun benzerinin İstanbul'a ait bir örneği benim aklıma gelmiyor. Bırakın benzerliği, İstanbul'da, değil ana caddelerde, kimi ara sokaklarda dahi çevre hastanelere ait yol tabelaları bulunuyor. Üstelik bu çözüm, öyle başkasının parasıyla dağıtılan kömürün maliyeti kadar da yüksek fiyatlı değil; alt tarafı birer tabela.

Alt tarafı birer tabela da... Şimdi de aklıma yol ayrım tabelaları geldi. Hani devasa İstanbul Yolu'ndan o yorgun ve yoğun Anadolu Bulvarı'na çıkışı kaçırınca farkedebildiğiniz, zira İstanbul'daki gibi çıkıştan yüz küsür metre önce konup çoğunlukla en az iki tane olup trafikte ve karanlıkta rahatlıkla seçilebilecek boyutta ve renkte üretilen tabelaların aksine ilkokul defterinden biraz daha büyük boyutta ve mat beyaz renkte olan bu tabelalar, özenle yol ayrımının birkaç metre ilerisine (evet ilerisine) koyuluyor ya, Melih Gökçek kalbimde çok özel bir yer kazanıyor kendine. Yanlış anlaşılmasın, bu tabela İstanbul Yolu'nun Anadolu Bulvarı çıkışına has değil; Eryaman tarafı hariç şehrin hemen her yanında böyle.

Anadolu Bulvarı'ndan bahsetmişken, İstanbul'un köprülerinin İstanbul'da olmasına yatıp kalkıp şükretmek gerek. (!??!) Ne alaka, di mi? Aklıma geliyor da, İstanbul'un iki köprüsünün, her daim sıkışık trafiği çeken caddelerinin bakımı sırasında insanlar hep tabelalarla alternatif yollara yönlendirilirdi ben İstanbul'da yaşarken. Yani kimse kendi başının çaresine bakmak zorunda kalmazdı. İş işte! Melih Gökçek o kadar işinin arasında bir de milleti mi düşünecek? On küsür kilometrelik Anadolu Bulvarı'nın ODTÜ-Batıkent yönünde yüz küsür metrenin asfaltlanması mı gerekiyor, kolayı var! İşte size Melih Gökçek'in Ankaralılar'a layık bulduğu çözüm: Kapat koskoca bulvarı, koyma bulvarın girişine uyarıcı tabela, mutlu mesut bulvarın ortasına varanların önüne diz beton blokları, bloklara çarpanlar kalsın yollarda, atlatanlar uzatsınlar yollarını yaklaşık bir yirmi kilometrecik. Ne olacak yani, en fazla sana iki okkalı küfür savuran çıkar belki; iki hafta sonra da unuturlar. İşte o iki haftanın sonunda aynı zulmü bu sefer diğer yön için tekrarla, tamaaam. Bu kadar basit işte!

"Şu Melih Gökçek de yiyyo emmaa çaalışıyo canıııım". Canım benim.

10 Kasım 2008 Pazartesi

İşten Çıkarma Furyası

Medyada yakın zamanda yaşanan işten çıkarma furyası hasır altı edilmeye çalışılırken, benim takip edebildiğim kaynaklarda yer alanlara dikkat çekmek faydalı olabilir diye düşündüm:

29 Ekim 2008 Çarşamba

Mustafa, Turkcell, Numara Taşıma

Öncelikle ilgili haber burada.

Umursarsınız, umursamazsınız; o ayrı konu. Sözüm umursayanlara.

Bildiğiniz gibi cep telefonlarında numara taşınabilirliği için gerekli altyapı tamamlandı/tamamlanmak üzere. Turkcell'in Mustafa isimli filmin sponsorluğu konusundaki - ticari hak ve seçimlerin üzerinde ve çirkin bulduğum- tavrını eleştirmek ve yaptırıma zorlamak için bu konunun iyi bir araç olabileceğini düşünüyorum. Bu sebeple ve amaçla, Turkcell'e bireysel tepkimi iletmeye karar verdim. Tepkisini iletmek isteyen başkaları olursa, bulması çok da zor olmayan adres şöyle: http://www.turkcell.com.tr/bizeulasin/sizidinliyoruz

Elbette ki herkes konuyu farklı açıdan değerlendirmek isteyecektir ama ben bu konuda talepkar olmayı seçtim ve sorumluların görevden alınmasını talep ettim:

Sayın Yetkili,

29 Ekim'de vizyona girecek olan "Mustafa" isimli eserle ilgili olarak basında yer alan ve Turkcell'in bu esere sponsorluk sağlama konusundaki tavrına ilişkin iddialara 29.10.2008 tarihi itibariyle Turkcell'den bir yanıt verilmemiştir. Söz konusu iddialar doğru ise, bu kararı alan Turkcell sorumlularının, numara taşıma işlemlerinin başlayacağı 09.11.2008 tarihine kadar görevlerinden alınmalarını talep eder, aksi halde uzun yıllardır kullanmakta olduğum Turkcell hattımı kullanıma kapatacağımı bildiririm.
Tepkisini Turkcell'e iletmek isteyecek diğer arkadaşların da bir kuru özürle yetinmemelerini öneriyorum.

Deniz

Ekleme:
Turkcell'den gelen yanıt:

Sayın Kaya ,

Bazı yayın organlarında Turkcell'in 'Mustafa' filmine sponsor olmamasıyla ilgili çıkan haberler gerçeği yansıtmamakta ve kamuoyunu yanlış yönlendirmektedir.

Ülkemizin kurtarıcısı, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün dünya tarihinin en önemli liderlerinden biri olduğunu, hem yurt içinde hem de yurt dışında tanıtacak projeler bizi heyecanlandırdığından 'Mustafa' filminin sponsorluk önerisini değerlendirdik.

Çalışmalarına saygı duyduğumuz proje yapımcısıyla yaptığımız ön görüşmelerde, filmin beklentimiz yönünde Atatürk'ün liderliğini, dehasını ve kahramanlığını dünyaya tanıtmaktan çok, Atatürk'ün özel hayatına odaklanan bir film olduğunu görünce projede yer almayı tercih etmedik.

Gelecekte de, Ulu Önder Atatürk'ü dünyaya tanıtacak ve tarihin en önemli liderlerinden biri olduğunu vurgulayacak projeleri desteklemekten gurur duyacağız.

Kalbi Türkiye'ye hizmet için atan Turkcell ailesi olarak ülkemiz için çalışmaya devam edeceğiz.

Saygilarimizla,

TURKCELL Iletisim Hizmetleri A.S.

Esin Bozkurt

Müsteri Çözüm Merkezi

21 Ekim 2008 Salı

"Bugün sigara, yarın kim bilir ne alacaksın ağzına."

Geçenlerde sokakta kulak misafiri olduğum ilginç bir azarı paylaşmak istedim. 20 yaş civarındaki hanım ablamız erkek arkadaşına kızıyor:

"Bugün sigara, yarın kim bilir ne alacaksın ağzına."

Bundan iyi sigara karşıtı slogan olur mu yiğitliğini ispat için sigara içen bir toplumda!

20 Ekim 2008 Pazartesi

Zeki Sezer

Zeki Sezer'in 2007 genel seçimlerinde CHP'den kendi partisi için garanti edilen milletvekilliği kontenjanını "kaptıktan" sonra seçimleri evinde pijamayla oturan emekli memur kıvamında takip etmesi, bana göre siyasi etiğin dışındaydı. Böylesi çirkin bir oyunu siyasetin olmazsa olmazlarından kabul edip sineye çekmek kimse için kolay olmamıştır muhtemelen ama şartlar Zeki Sezer'in o kadar lehine işliyordu ki, kitle halinde gösterilecek her tepki Zeki Sezer'in yanında DSP adaylarına ve CHP'ye de zarar verecekti.

Bugün ise Zeki Sezer'in siyasi ahlakından daha ciddi sorunlarımız var: basiret.

1999 yerel seçimlerinde, kazanmak üzere herhangi bir umudu olmayan Doğan Taşdelen ve parti genel başkanı Bülent Ecevit'in kişisel hırsları, Ankara'ya Melih Gökçek'in kalıcılığını hediye etmişti. Murat Karayalçın ve Doğan Taşdelen oyları paylaşmaya çalışırken, yine bana göre siyaset tarihinde oturduğu koltuğa en yakışmayan karakter olan Melih Gökçek, o zamanlar 3 milyon nüfusa sahip Ankara'da 30000 oy farkla Ankara'yı -belediye başkanlığını değil, Ankara'yı- ele geçirmişti.

Bugün ise, Melih Gökçek'in adaylığı kendi partisinde tartışma konusu. Siyasi geleceği, en azından AKP içindeki geleceği epey şüpheli. Bu şüphe, AKP'nin Ankara adayının isminin belirlenmesini zorşaltırıyor ve haliyle AKP'nin seçim hazırlıklarına zarar veriyor. AKP Ankara'da şimdiden böyle sorunlarla uğraşırken, kronik birleşme sorunu yaşayan CHP, seçimlere neredeyse bir sene kala, SHP'den Murat Karayalçın'la adaylık için anlaşıyor.

Melih Gökçek saltanatının bitmesi için doğru adımlar atılırken, Bülent Ecevit'in siyasi mirasını üstlenen Zeki Sezer, Ecevit'le aynı basiret talihsizliğine imza atıyor: DSP, Karayalçın'ı bağımsız aday olması şartıyla destekleyecekmiş. Aferin.

22 Ağustos 2008 Cuma

Kral Harlaus'un Hikmetinden Sual Olunmaz


Yazın bunaltıcı havasının ve işlerin yoğunluğunun eşgüdümlü çalışmaları sayesinde, eve vardığımda ölü gibi oluyorum bu günlerde. Utku'nun uyumasıyla oluşan akşamın boş saatlerinde Mount and Blade oynamaktan daha çekici hiçbir aktivite gelmiyor aklıma şu aralar.

Artık bilmem kaçıncı karakterimi yarattığım oyunda son bir haftadır yeni birşey deniyordum: Hiçbir siville ters düşmeden renown kazanmak. Zorluğundan değil, sıkıcı olmasından dolayı özel bir seçim bu. Zira sivillere bulaşmamak demek kervanlara saldıramamak, paraya sıkışınca köy yağmalayamamak, kral ve lordların vergi toplama görevlerini reddetmek ve bu nedenle xp ve paradan mahrum kalmak demek.

Bu yoldan ayrılmadan iyi bir karakter oluşturmuştum ki, oyunun geçtiği Calradia'daki toplam beş krallıktan benim cici karakterime vassal'lık öneren dördüncü kral olan Kral Harlaus'a "hayır" demeye gönlüm razı olmadı ve kıçı kırık bir köyün vergi gelirleri karşılığında Swadian'lara katıldım.

Swadia Krallığı'nda iyi bir yer edinmek için kraldan ve Swadian lordlarından kimi görevler almak gerekiyor. Bu görevlerin beni sivil halkla karşı karşıya getirme ihtimali nedeniyle herhangi bir lorddan herhangi bir görev almadım. Ama krallığın mareşali de olan Kral Harlaus'un 12 adamımla birlikte beni göreve çağırmasına da "hayır" demek olmazdı. (Farkettim de, Kral Harlaus'a şimdiye kadar hiç "hayır" dememişim.)

Buraya kadar iyi hoştu da şöyle bir sorun vardı: Bizim korkak kral, kendi komutasındaki 250 askere ek olarak, adamlarıyla beraber altı lordu ve benim ekibimi, bi' ara fethetmeyi başardıkları Almerra Kalesi'nin etrafında dolap beygiri gibi döndürüp, düşman arıyordu. Bu normal gibi gelebilir ama Calradia'nın yüzde birine falan tekabül eden bir bölgede bin askerle altı gün dolaşmak bana hiç mantıklı gelmiyordu. Daha da mantıksız gelen durum ise, böylesine korkak bir kralın krallığının oyundaki en yüksek trafikli bölgede olmasının getirdiği dezavantaja rağmen en güçlü durumdaki krallık olmasıydı. Renown'u 800'lerde gezen Kral Yaroglek'in Vaegir'i, 300 civarı renown'a sahip Harlaus'un Swadia'sından çok daha kötü durumdaydı.

Almerra Kalesi'ni tavaf etmek suretiyle geçen saatlerden sonra oyundan aldığım zevkin artık azalmaya başlamasıyla, bir yandan savaş sisteminde böyle bir sorunun varlığına izin veren Armağan'a gönül koyup bir yandan Harlaus'un pısırıklığına saydırırken, Harlaus beni şaşkınlığın dibine vuran bir kararla Almerra'dan epey uzaktaki Epeshe köyünü istilaya etmeye gitmesin mi!! (Ah, tabii ki diğer lordları da peşine takarak.)

Sırf Harlaus'u takip etme zorunluluğundan dolayı taa Epeshe'ye vardığımdaysa, solt alt köşede beliren yazı beni cinnete koşturdu: "Enemy spotted near Almerra Castle"!!

Ben bir yandan oyunun savaş sistemine, bir yandan Harlaus'a saydırırken, meğer ikisinin de bir bildiği varmış. Meğer kralların hikmetinden sual olunmazmış : )

21 Ağustos 2008 Perşembe

Yerel Seçimler, Disneyland, Bayraktar

Milyon dolarların döndüğü bir pazarda tesadüflere yer olmadığına inanırım.

22 Temmuz seçimlerinden sonraki dönemde, Melih Gökçek ve ekibinin AKP'yle yaşadığı soğukluk ve sorunlar nedeniyle, AKP'nin müstakbel Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayının, TOKİ'nin konut teslim törenlerini AKP mitingine çeviren, bu mitingler sürecinde AKP'ye 6 puan mertebesinde oy kazandırdığı iddia edilen TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar olduğu söyleniyordu. Ne tesadüftür ki, hemen hemen aynı dönemlerde, Ankara'ya yapılması planlanan Disneyland projesinde Melih Gökçek'in ağırlığı ve açıklamaları günden güne azalmaya başlamıştı. Ve nihayet bundan beş-altı ay öncesi dönemde, Disneyland değil ama bir Temapark'ın Ankara'da yapılacağı söylentisi iyice ayyuka çıktı. Öyle ki, Bayraktar, gazete röportajlarında bu Temapark'tan övgüyle söz etmeye dahi başladı.

Ancak projenin olgunlaşması sürecinde işe talip olan tek ortaklık ile TOKİ arasında süren görüşmelerde garip sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Söz konusu ortaklığın açıklamalarına göre TOKİ, Temapark için satışa çıkarılması istenilen 6 milyon metrekarelik arazinin yalnızca 3.5 milyonunu Temapark alanı olarak ayırıp, geri kalan kısımda, Temapark'ın etrafında konut alanı olarak kendisi tarafından kullanılacak bir rant bölgesi yaratmak istedi.

İki çıkar odağının rant kavgasında taraf olacak değilim. Ama risk alıp yatırımıyla maddi bir momentum oluşturacak bir ticari hareketin, bu momentumun sağlayacağı rantı bir çırpıda gözden çıkarmayacağını herkes gibi Bayraktar da biliyordu herhalde. Ama bu, O'nu, araziye o şartlar altında talip olmadığını bildiği halde Eskidji aracılığıyla açık arttırmaya sunmaktan engelleyemedi.

Bayraktar'ın TOKİ'sinin o gün için anlamsız görünen hareketi bugün nihayet anlaşılır hale geldi! Önce Bayraktar, Eskidji'deki fiyasko açık arttırmadan hemen sonra, Temapark tipi yatırım için İstanbul'dan büyük istek geldiğini, bu konuda çalışma başlatacaklarını açıkladı.

Aradan bir hafta geçti, AKP'nin yerel seçimlerde Bayraktar'ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı yapacağı konuşulmaya başlandı.

Türkiye ve çevre ülkelerin biri Ankara'da diğeri İstanbul'da iki Temapark'a birden misafir çıkarması zor. Bu durumda Temapark'ın ya İstanbul'da ya da Ankara'da olacağını varsayabiliriz. Ve bu il tercihinin Bayraktar'ın siyasi kariyerinin yol haritasına paralel değişiklikler gösterdiğini gördük.

Bu tesadüf mü sizce? Tesadüf falan değil. Olay, Bayraktar'ın koltuk uğruna Ankara'nın geleceğiyle oynamasından ibaret.

19 Ağustos 2008 Salı

Zargan'dan Site Kapatmalara Protesto

Zargan'ı belki biliyorsunuzdur. Bu on-line sözlüğü sıkça kullandığımı söyleyebilirim. Bugün Zargan'a girdiğimde küçük bir şok yaşadım. Şokun sebebi, youtube'da görmeye alıştığımız "Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir" uyarısının bir benzerini görmemdi; bir farkla: "Bu siteye erişim kendi kararıyla engellenmiştir".

Bu küçük sirprizin hemen altına eklenen protesto açıklamasını buraya da taşımak istiyorum:

"Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın ve Türk mahkemelerinin son aylardaki site kapatma kararlarının en azından kısmen keyfi olduğunu ve aşırıya kaçtığını düşünüyoruz. İletişim özgürlüğünün karşı karşıya olduğu tehlikeye dikkat çekmek amacıyla Zargan’a erişimi 20 Ağustos gece yarısına kadar kendi isteğimizle sembolik olarak engelliyoruz. Kampanya detayları için lütfen buraya, kampanya ile ilgili basında çıkan bir haber için buraya tıklayın.

Zargan’ı kullanmak için lütfen buraya tıklayın."

Umarım bir işe yarar :)

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Bulut Aras for teh win!

Türkan Şoray ve Bulut Aras'ın "Sultan" isimli filmini hatırlar mısınız? Hani Şener Şen'in Türkan Şoray'ın arkasından "Tultan Hanım, Tultan Hanım" diye yana yakıla koşturduğu şu film...

Tersanelerdeki "iş cinayetleri", benzerlik ve derin farklılıklarıyla bu filmi aklıma getiriverdi. Nasıl getirmesin ki?

Mesela, filmde Bulut Aras'ın oynadığı Kemal'in bıyıklarıyla, Bakan Faruk Çelik'in bıyıkları aynı değil mi Allah aşkına? Peki ya Kemal'in babası -ki mahallenin muhtarı oluyor kendileri- "adeta mahalleyi satmakla yükümlü" hareket etmiyor muydu? Sonra.. Bakan Çelik'in de Kemal'in de yürüyüşleri, edaları, aynı vurdumduymaz görüntüde değil mi?

Bakın işin rengi işte tam da bu vurdumduymazlık noktasında dönüveriyor ve farklılıklar başlıyor.

Kemal, tam da arabesk bir çapkın. Kelebek gibi; bir o kızda bir bunda. Ama iş ne zaman ki ciddiye biniyor, ne zaman ki babasının çıkarları mahallelinin yaşam alanıyla kesişiyor, işte o zaman babasının reddettiği sorumlulukları bir ceket gibi üstüne giyinmeyi biliyor.

Bakan Çelik'in Kemal'e benzerliği ise bıyıkta kalıyor. Değil başbakanın reddettiği sorumlulukları, görevi dolayısıyla bizzat kendi üstünde bulunan sorumlulukları da görmezden geliyor ya, cânım güzelliği yerle bir ediyor.

O koltukta Faruk Çelik değil, Kemal otursaydı, işçilerini bir çuval kumdan daha kıymetsiz gören sülükler, açtıkları yaradan kopmak zorunda kalmaz mıydı? En azından Kemal eline bıçağı alıp sülüğü etten söküp atmaz mıydı? Sökmeye gücü yetmese kendisi ceketini alıp çekip gitmez miydi?

Evet, Faruk Çelik böylesi bir cinayet serisinin böylesi bir son halkasından sonra dahi bıçağı eline alıp da sülüklerin peşine düşmeyi düşünmüyor. Haydi gücü yetmiyor diyelim. O zaman bir zahmet ceketini atıp da omzuna istifa edecek kadar Bulut Aras olsun.

Ve o koltuğa Bulut Aras otursun: Bulut Aras for teh win!

Ek: Vay anasını, Bakan bu blogu okuyor galiba?! Yazı yayınlandıktan saatler sonra çıkan bir haber burada.

Zaten "geçen gece telefon çaldı, arayan Bakan'dı".

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Bodrum Isis Hotel & Spa: Facia! Disaster! Désastre! Бедствие! Unfall!

Bu yazıda kesinlikle etik olmak için çaba sarfetmeye niyetim yok. Tatilimin kabusa dönmesinin baş sebebi olan bu otelden benim dilim yandı; bari başkalarınınki yanmasın... Yorum, review, comment; ne derseniz. Otuziki kısım tekmili birden! Duhuliye yüz kuruş, askere talebeye elli! Dönsün makara:

ETS Tur'un sitesindeki incelemelerim sonucu gitmeye karar verdiğim Bodrum Isis Hotel & Spa, köylü kurnazlığının bölge, sektör ve sınır tanımazlığının bir belgesi sanki. ETS sitesindeki resimlere baktığınızda, otelin gerçekten de iddia edildiği gibi "1. Sınıf Tatil Köyü" olduğuna inanmamak mümkün değil. Zannedersiniz ki Bodrum'a paşa gelse orada ağırlanır. Ama kazın ayağı öyle değil.

İlk izlenimle başlayalım...

Bodrum coğrafyası nedeniyle otele erişmenin zorluğuna laf söyleyemem; başka seçenekleri yok. Ama otel sınırlarına girdiğiniz anda anlıyorsunuz ki giriş ve lobi dahil olmak üzere otelde uzun süredir bakım yapılmamış. Olsun moralinizi bozmuyorsunuz: tatile geldiniz!

Resepsiyona gidip odanızı istiyorsunuz. Satış sözleşmesinde saat 14:00'de size teslim edileceği söylenen odanıza ancak 15:30'da girebiliyorsunuz. Ve girişinizle ilk gerçek hayal kırıklığını yaşamanız bir oluyor: ETS Tur'a bildirdiğiniz oda tercihlerinden tek bir tanesi bile dikkate alınmamış. Hemen resepsiyona gidip durumu bildirdiğinizde, beklendiği üzere, o an tüm odaların dolu olduğu söyleniyor size. O an görevliye sorduğum tek soru şuydu: "Rezervasyon sırasında belirttiğim tercihlerden BİR TEKİNİ dahi karşılayacak odanız yok muydu yani?" Herhalde bu soru görevliyi biraz olsun insafa getirdi ki, ertesi gün saat 12:00 civarı tekrar gelmemi, yeni odaya transfer edileceğimizi söyledi.

ETS'nin sitesinde tanıtılandan epey farklı bir tesis bulmuş olmanın verdiği güvensizlikle oda transferi için garanti istedim. Verdi: Garanti kendisiydi!

Ertesi gün 12:00'de tekrar resepsiyona gittim; odalar boşalmadan, yani saat 14:00'den önce yardımcı olamayacağını söyledi. Ve saat 15:00'de yeni odamıza kavuştuk. Ve tabi ta-daaa: Bizden önce odada kalan ailenin kullanılmış bardakları orada öylece duruyordu. Ücretsiz olduğu vaad edilen minibar ise bomboştu.

İlk gün kaldığımız odaya, transfer konusu nedeniyle yerleşmemiş olduğumuzdan, yol yorgunluğu hala üzerimizdeydi ve o an otelin eksikleriyle uğraşmak içimizden gelmedi. Ama otel tüm benliğiyle bizi zorluyordu. Şantiyelere kurulan derme çatma tuvaletlerin kapısını andıran oda kapısının aralıklarından içeri giren sivrisinekler -evet, yanlış okumadınız; oda kapısında, sivrisineklerin geçebileceği kadar geniş aralıklar var- otelin yeni saldırı planıydı. Terlik ve gazete gibi savunma silahlarıyla on-onbeş civarı sivrisineği etkisiz hale getirdikten sonra uyumaya karar verdik. Bodrumun 35 derece sıcağında klimayı açıp rahatlamak ve dinlenmek istiyorduk. Ama klima buna hazır değildi. Toplam üç kademesi olan klima, kademeler arası ayrıma karşıydı ve hep aynı düşük seviyede çalışmakta inat ediyordu. Bu yüzden de, azıcık serinlemiş bir oda için yaklaşık iki saat sabretmemiz gerekiyordu.

Evet, oda tam bir rezaletti ama artık nihai odamıza yerleşmiştik ve önümüzde hala 5 günlük bir tatil vardı! Utku'nun inatçı katkılarıyla sabah erkenden gittiğimiz kahvaltının görüntüsü pek de iç karartıcı değildi açıkçası. Pek zengin bir sofra olmasa da gördüğüm en fakiri de değildi. Ama görüntü her zaman aldatıcıdır!

"Ultra herşey dahil" diye yutturulan bu tatil paketinde, taze sıkılmış portakal suyu ücretliydi. (Aynı şekilde, markalı içecekler de ücrete tabiydi ama paket hala "Ultra herşey dahil"di!!!) O kadar para verdikten sonra taze sıkılmış portakal suyuna para vermek enayilik gibi gelince ben de çareyi hazır (ve ücretsiz) meyve sularında buldum. Hani şu kübik kaplarda ha bire bir merdaneyle döndürülen ve soğutulan, ve herzaman vişne ve portakal ikilisi olarak varlığını sürdüren meyve sularında. Hemen bir bardak vişne suyu aldım ve kafaya diktim. Diktim de, bir türlü vişne tadı alamadım. Ağzımda düpedüz su tadı vardı ama içtiğim şey kesinlikle kırmızıydı. "Yok artık" diye düşünüp bir de portakal suyunun tadına baktım ama bir şekilde bunun da tadı vişne suyunun tadıyla aynıydı!

Kısa süren kahvaltı faslının ardından, Utku'nun rahatsızlığı nedeniyle odaya döndük ve odanın temizlenmesi için kapıya "Lütfen odamı temizleyin" yazısını astık. Kahvaltı saatinden öğle yemeği saatine kadar kimse gelmeyince yemeğe gitmeye karar verdik.

Yemekte oturduğumuz masadaki PET su şişesinin kapağı açıktı ve şişe epey hırpalanmıştı. Hemen garsondan kapalı bir şişe su getirmesini istedim. Garsonun yanıtı güzeldi: kapalı şişeleri kalmamıştı!! Evet evet, otelin ana restoranında kapalı bir şişe su yoktu. "Bi ara garsonu kızdırdım herhalde" diye boş olan diğer masalardan su almaya yeltendim ki, tüm şişeşerin yamuk yumuk ve açık kapaklı olduğunu farkettim.

Şimdi, bir otel kapalı su vermek zorunda değil, tamam. Ama bari, be adamlar, açık suyu ezik büzük PET şişelerde değil pazar malı sürahilerde vereydiniz ya! Hiç mi tesis görmediniz!

Kapalı sudan ümidimi kesince garsondan bir fanta isteyip yemeğimizi yemeye koyulduk. Yemekler bitti, biz kalktık ama garson gelmedi. "Olsun"du, belki unutmuştu fantayı.

Ama sürpriz odamızdaydı: sabah kapıya astığımız "Temizlik istiyorum" yazısı, hala kapının üstündeydi. Birilerinin gelip odayı temizlemesi için oda servisini bir kere, minibarın doldurulması için ise iki kere aramam gerekti.

Gelen temizlikçinin temizlik anlayışından kitap çıkaracak yazarlar tanıyorum ben! Bizden önceki ailenin kullanılmış bardakları hala odamızdaydı ama temizlikçinin bardaklarla yüzleşmeye niyeti yoktu. Rica edince ise içim daha bir hoş oldu: Adam klozeti sildiği elleriyle bardakları aldı; tuvalet lavabosunda yıkayıp aldığı yere koydu. Farklı frekanslarda olduğumuzu anlayınca, hiç üstelememeye karar verdik. Ama demiştim ya; otel bizi sınıyordu. Bu sefer bey amca tası tarağı toplayıp gittiğinde odada tuvalet kağıdı olarak yalnızca yarım bir rulo, sabun olarak ise kibrit kutusundan biraz daha küçük tek bir kalıp vardı. Neyse ki uyarım sonucu ikişer tane daha almayı başardım.

Sorunlar keşke bunlarla sınırlı olsaydı. Dinlenmek için gittiğiniz otel sizi yoruyorsa, gerçekten çok kötü bir durumdasınız demektir. Odanızdan çıkınca gördüğünüz yapılar, bir tatil köyünden ziyade gecekondu mahallesini andırıyor. Birbirinden farklı zamanlarda ve modellerde inşaa edilmiş bungalowlar, sağa-sola dökülmüş inşaat kumları, bahçelere bırakılmış el arabaları ve inşaat malzemeleri... Belli ki yönetimin tek derdi, otel bölgesindeki bütün boşlukları uygun boyutta yeni bungalowlarla doldurmak olmuş. Bu seri üretim anlayışının doğal sonucu olarak da ortaya çıkan "eser" göz işkencesi ve kalite katli. Bonusu da unutmamak lazım: o yoğun yapılaşma içinde bebek arabası veya tekerlekli sandalye için geçiş yolları yapmayı unutmuşlar...

Yazdıkça iyice farkına varıyorum ki, otelin kalbur üstü en ufak bir tarafı yokmuş ne yazık ki. Benim halkımın mutsuzluğunun ve yaşadığı güvensizliğin en güçlü sebeplerinden olan bu zihniyetin hala hakim sınıflarda bulunması bana gerçekten ağır geliyor. Böyle adamların değil, işini düzgün yapanların para kazanması için otelle ilgili tüm şikayetlerimi burada toplamış oluyorum. Umarım ki bu cehennem yere gitmek isteyenler bu yazıyı okur da, benim düştüğüm tuzağa düşmez.

Yazıyı puanlamayla bitirelim, tam olsun:
Genel (Overall): 1/10
Tesis (Facility): 1/10
Etkinlikler (Activities): 2/10
Oda (Room): 0/10

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Öykü

... Yarımadanın belediye başkanının adam öldürmekle suçlanmasının ardından, başkanın adamlarının kulaktan kulağa yaydığı "yarımada biter" söylentisi işe yaradı ve işi yalnızca zanlıyı suçlamalar doğrultusunda yargılamak olan yarımada mahkemesi, söylentilere boyun eğerek, başkanı adam öldürme suçundan yargıladığı mahkemede, adam yaralama suçundan mahkum etti. Buna herkeslerden çok, yarımadanın güneşin battığı yerdeki hasımları sevindi. Ama ne mutlu bize!

16 Nisan 2008 Çarşamba

ɐsʎıʞıs unʎnʞo

bu ʎɐzıʎı böʎ1ǝ sɐ1ɐʞ qösʇǝɯǝʎǝ ʎɐɹɐʎɐn dɐ bıɹ sıʇǝ ʌɐɹɯış. ɯı11ǝʇın ışı qüɔü ʎoʞ ɥǝɹɐ1dǝ. nǝʎsǝ, ɐdɹǝsı ʌǝɹıp ʞɐçɐʎıɯ bǝn: ʍʍʍ.ɟ1ıpʇǝxʇ.oɹq

4 Nisan 2008 Cuma

Enflasyon

Oturduğum semtte kiralar son 4 yılda 550YTL'lerden 1200YTL'lere kadar çıktı. Yani yaklaşık 2.18 katına. Bir başka ifadeyle, artış %118 civarı. Bu da demektir ki yıllık kira artışı %21.5 seviyelerinde.

Son benzin aldığımda -ki 15 Aralık 2007 civarıydı- benzinin litre fiyatı 2.96YTL'ydi. Üç buçuk ay sonra, bugün, 3.28YTL; artış %10.8. Düz hesapla yıllık %37 gibi bir oran. Dizel aynı dönemde 2.68YTL'den 2.96YTL'ye fırladı. Yıllık artış yine %36 civarında.

Geçen sene markette gördüğüm terlik-papuç karışımı nesnelerin fiyatı, hafızam beni yanıltmıyorsa, 4.50YTL civarıydı. Bu sene ise aynı papucun yeni modeli 4.90YTL. Artış yalnızca %9!!!

Toplamak gerekirse: Giderlerimin en büyük, en kallavi kısmını oluşturan kira ve benzin harcamalarım, yıllık %22-%37 arasında bir oranla artıyor ama açıklanan yıllık enflasyon oranı yaklaşık %9. Yani papuç harcamamın artış hızıyla aynı. E o zaman bu enflasyon oranları papucumun enflasyon oranı oluyor, değil mi!?

12 Nisan 2008 itibariyle güncelleme: Dizelin fiyatı %5.7'lik zamla 3.13'e ulaşmış oldu. 15 Aralık 2007'den 12 Nisan 2008'e kadar geçen dört aylık sürede dizel fiyatındaki artış %16.8 olmuş oldu. Bu hız, yıllık %59'luk artışa tekabül ediyor. Ekonomiye ve hükümete "iyi" diyen dostlara sevgilerimi iletiyorum.

3 Nisan 2008 Perşembe

Sabit Protesto

Ve nihayet, toplumun her türlü beklentisini görmezden gelmeyi başararak, "millet ne der" diye düşünmeyi bir kenara bırakma cesaretini göstererek, uzun yıllar içinde toplumdaki hemen hemen tüm bireylerin bünyesine yerleşmiş en güçlü alışkanlıklarımızdan biriyle vedalaştım geçenlerde: artık sabit telefonum yok!

Evet, Türk toplumu belki buna henüz hazır değil. [Ertuğrul Özkök modu] Ama gelin hep beraber kabul edelim ki Türkiye değişiyor. Artık 10 sene önceki ülkede yaşamıyoruz. [/Ertuğrul Özkök modu]

Şaka bir yana, cep telefonu teknolojisiin henüz yaygınlaşmadığı, sabit telefonunsa standartlaşmaya başladığı dönemde evde telefon olmayışı konu-komşu tarafından yadırganabilecek, neredeyse açıklama yapma gereği hissettirecek bir durumdu. Bugün ise, kontrolsüz büyüyen tüketim özentimiz sonucu hemen herkes cep telefonu kullanıyor. Aslında tek başına bu gerçek dahi ev telefonu kullanmanın artık faydasız olduğu sonucuna varmaya yeterli. Ama benim açımdan hala daha güçlü bir bahaneye ihtiyaç vardı. Neyse ki yüce hükümetimiz beni bahane aramak derdinden kurtarmıştı da yabancı sermayeye hediye edivermişti Türk Telekom'u! Ve ben, artık sabit hattımı kapatmakta özgürdüm! Telekom'un paketlenip sunulmasının üzerinden geçen onca zamandır yatan, beş-on kilometre mesafedeki ofise gidip de kapatma dilekçesini teslim etmeye üşenen ben, o mukaddes gün geldiğinde tembelliğimin üzerini kolpadan bir protestoyla örtmeye kararlıydım. Dilekçeyi teslim alan memur hattımı neden kapatmak istediğimi sorduğunda, ilk defa duyduğuna emin olduğum o sarsıcı yanıtı yapıştırdım: "Türk Telekom'un yabancıya satılması nedeniyle!". O an olması gerekenlerin sırası şuydu:
  1. Memurun yüzünde şaşkınlık ifadesi belirmesi
  2. Şaşkınlığın yerini dehşet ifadesine bırakması
  3. Memurun gözlerinin yaşarması ve benim, öncü protestomun verdiği gurura gark olmam.
O an olanlar ise şöyleydi:
  1. Memur: "Siz de mi o yüzden.. Eee, etki-tepki meselesi!"
  2. Ben: "Aaa, bu yüzden kapatan oluyor mu yaw?!"
Evet, öncü olmak gibi bir derdim veya beklentim elbette ki yoktu. Ama bu kapatma sebebinin bu işlere bakan memurda bir alışkanlık hissi yaratması epey mutlu etti beni. Demek ki toplumum, sahibi olduğu kurumların elden çıkarılmasına o kadar da sessiz kalmıyormuş. Demek ki hala umut varmış.

24 Mart 2008 Pazartesi

Son Durak: Tamamen Paylaşılmış Bir Pazar

Türkiye'de ta en başından beri olumlu bir siyaset ahlakı ve anlayışının geliştiğini söylemek zor. Fakat AKP'nin kusursuz biçimde örneklediği pervasız ve ucuz tarz, belki duymaktan bıktığımız bir kalıbı hatırlatacak ama, hem kimi tehlikeleri hiç olmadığı kadar yakınımıza getiriyor hem de daha önce darbelerle girilen ama kuvvetle sürüklendiğimiz halde bir türlü varamadığımız(!) son durağa giden yolu kıvrımlarından arındırıp iyice düzlüğe çeviriyor.

Türkiye'nin, kapitalizmin kurallarının doğal bir sonucu olan bu son durağa gidişinin önünde doğal refleks haline gelmeyi başarmış herhangi bir mekanizması hiç olmadı ne yazık ki. Darbelerle -olabilecek en sevimsiz biçimde- bastırılan öğrenci ve işçi hareketlerinin bu hedefi yakalama olasılığının yitimi, Türkiye'deki apolitikleşmenin sigortasıydı sanki. Apolitikleşen toplumda emperyalist odaklara karşı koymayı amaç edinme ihtimali olan tüm bireyler, tek başına kalmaya mahkum edildi. Bu tek başınalık, toplumda artık yabancılaşma olarak algılanmaya başlanmıştı bir süredir. İslamcı siyasetin coşkun ilerleyişindeki boşalma ve itiraf havası, biraz da "bu yabancılar"a karşı kazanılmış zaferin avatarıydı. İşte o İslamcı siyasetin günümüzdeki bayraktarı AKP'nin o yabancılara, kelimenin bugüne kadarki kullanımını kısıtlayacak biçimde, "elitist" yaftasını yapıştırması, toplamda bakıldığında ülkedeki anti-emperyalist kesimin kitleler önündeki "yabancı" görünümünü hiç olmadığı kadar kemikleştiriyor. O kadar ki, halk, holdinglere hükmeden, milyonlarca dolarlık para hareketlerini bir gecede gerçekleştirebilen, yolsuzluğu rutin prosedürler haline indirgeyen İslamcı siyaset aktörlerini değil, o yabancıları daha uzak görüyor kendine.

Bunun bir adım sonrası, sınıflar arası çatışmadır. Bu çatışma, darbe dönemlerindeki çatışmalardan daha derin zararlarla gelecektir. Belki ve umalım ki hiç kan dökülmeyecek; ama halk kesimleri arasındaki iletişimsizlik, kesimler arasında koşulsuz itirazı ve dolayısıyla bir bütün olarak halkın ortak çıkarlarının da reddini beraberinde getirecek.

Bu anlamda AKP dönemini bir sivil darbe olarak görmek çok da yanlış olmasa gerek. Ama bu darbenin askerlere veya elitlere karşı yapıldığını ya da diğer darbelerin öcü olduğunu iddia etmek saflık olur. Biryerlerde bir darbe olacaksa, bunu Amerika yapar!

8 Şubat 2008 Cuma

Emre Kongar'ın Türban Sorununa Çözüm Önerisi

Türban konusunda çözüm önerilerinin hem nitelik hem de nicelik anlamında sorunlu olduğu gerçeğinden hareketle, Emre Kongar'ın son derece samimi ve tutarlı bulduğum çözüm önerisini buraya taşımak istiyorum. Yazının aslı Kongar'ın sitesinde yayınlanmıştır*. Bağlantının değişmesi olasılığına karşı buraya da kopyalıyorum. Okumaya üşenenlerin hiç değilse yazının son bölümünü okumalarını öneririm.


_____________________________________________________________

EMRE KONGAR

TÜRBAN BUNALIMI İÇİN ÇÖZÜM ÖNERİSİ


Politikacıların din istismarından kaynaklanan 60 yıllık bir süreç...

40 yıldır eğitim yoluyla empoze edilen bir oluşum...

Bir yandan siyaset ve din, öte yandan erkek egemen kültür tarafından kötüye kullanılan, toplumu ikiye bölen, görünür bir simge...

Hem dinsel, hem siyasal, hem toplumsal bir gösterge:

Türban ya da sıkmabaş...

Toplumda, özel yaşamda serbest...

Kamu görevinde yasak...

İmam Hatipler hariç, eğitimde ve üniversitelerde yasak...

* * *

İktidarın, Üniversitelerdeki yasağı kaldırma girişimi bir bunalıma dönüştü:

Bireysel bir özgürlük açılımı mı?...

Sistematik bir biçimde demokratik ve laik rejimin altını oyan, şeriata doğru giden yolda bir adım mı?...

* * *

Türban ya da sıkmabaş denilen ve topluma İslami tesettürün bir parçası olarak sunulan örtünme biçiminin Üniversitelerde serbest bırakılması, aslında bir rejim sorunu olarak görüldüğü için bunalıma dönüştü...

* * *

Çözümün nerede yattığını daha önce de yazmıştım:

Bunalımı aşmanın tek ve biricik yolu, türbanı, ya da sıkmabaşı bir "simge" olmaktan çıkarmak...

Dinsel inanç göstergesi iddiasından vazgeçmek...

Siyasal simge olarak kullanmamak...

* * *

Ey iktidar mensupları...

Ey onlara destek veren politikacılar...

Ey özgürlük adına bu politikayı destekleyen liberal aydınlar...

"Kamu görevlileri için yasak kalkmayacak" diyorsunuz...

"Üniversite öncesi eğitim kurumlarında yasak sürecek" diyorsunuz...

"Biz dinci bir rejim değil, demokrasi istiyoruz" diyorsunuz...

"Bu, şeriatçılık değil, özgürlükçülük" diyorsunuz...

Hatta, hatta, "Biz türbana değil, çene altından düğümlenen başörtüsüne özgürlük getiriyoruz" diyorsunuz...

Tamam o zaman!

İşte sizin söylemlerinize uygun bir çözüm önerisi:

Toplumu ikna edin!...

* * *
Türbanı ya da sıkmabaşı bir dinsel veya siyasal simge olarak kullanmadığınızı, kullanmayacağınızı, sadece bir yükseköğrenim özgürlüğü sorunu olarak gördüğünüzü söylem ve eylemlerinizle kanıtlayın!
* * *

İktidar sizin...

Yasama ve yürütme güçleri sizin denetimizde...

Devlet eliyle kızlarımızın başlarının örtülmesi uygulamasına son verin:

İslam'da kadınların imamlığı zaten caiz olmadığından, Kız İmam Hatip Liselerini kapatın.

İmam Hatip Liselerinde okuyan kızları öteki meslek liselerine kaydırın.

Kız yurtlarındaki örtünme baskılarını önleyin...

Hastahanelerdeki, belediyelerdeki, öteki devlet dairelerindeki türban uygulamalarını sonlandırın...

Türbanlı çocuklarla ilgili ödül törenlerini, gösterileri, ilahi konserlerini durdurun, bunlara Başbakan ve Bakanlar düzeyinde verilen desteği kesin...

Böylece, türban ya da sıkmabaşı dinsel ya da siyasal bir simge olarak kullanmadığınızı, sadece bir bireysel özgürlük uygulaması olarak gördüğünüzü kanıtlayın...


Sorun derhal çözülecektir.

_____________________________________________________________

Kaynak: http://www.kongar.org/aydinlanma/2008/608_Turbana_Cozum.php

7 Şubat 2008 Perşembe

Firefox ve eklentiler

NOT: Bu yazıyı yazmamdan kısa bir süre sonra Firefox 2.0.0.12 güncellemesi geldi. Aşağıda yazılan sorunların yeni sürümde devam edip etmediğine dair bilgim yok.

Kaybettiğim tam bir saati belki başkaları kazanır umuduyla:

Firefox/2.0.0.11 kullanıyorum. Olmazsa olmaz üç eklentim vardı:
-FoxyProxy 2.6.2
-PDF Download 1.0.1.0
-Media Pirate - The video downloader 2.3

Derken, güvenlik ve performans kaygılarıyla birkaç ekleme yapmaya karar verdim:
-Adblock Plus 0.7.5.3
-CookieSafe 2.0.6
-Flashblock 1.5.5
-NoScript 1.3.2

Aslında Flashblock 1.5.5'i Adblock Plus 0.7.5.3'ün yerine deneme amaçlı olarak kurdum ama konu bu değil. Konu, uzun zamandır mutlu mesut kullandığım üç eklentime kuma getirmeye kalktığımda ödediğim bedel. Firefox zaten CPU kullanımı konusunda sorunlu sayılabilecek bir programken, bu eklentileri kurduktan sonra, sekmeler arasında geçmek bile işkenceye dönüştü. Yaptığım kontrollü denemeler gösterdi ki benim sevgili üç eklentim, Adblock Plus 0.7.5.3 ve CookieSafe 2.0.6 ile pek iyi geçinemiyor.

Forum köşelerinde yaptığım aramalar şimdiye kadar bu konuda bana pek bir fayda sağlamamış durumda. Olur da bu iki eklentiden birini diğerleriyle barış içinde çalışmaya ikna edebilirsem nasıl başardığımı elbette anlatırım. Ama siz yine de bu ikisini diğerleriyle yanyana tutmamaya çalışın.

5 Şubat 2008 Salı

Türban bir-iki sene sonra ilköğretime iner mi?

İnmez. Şu sıralar çok sorulan o sorunun yanıtı bence bu. Çünkü o bir-iki sene zarfında olacak şey türbanın ilköğretime inmesi değil, inip inemeyeceğinin sorgulanmasıdır; ekmek zammı gibi.

Türkiye'de fırıncıların ekmeğe bir çırpıda zam yaptıkları görülmemiştir. Önce "ekmeğe zam" söylentisi çıkar; birkaç ay içinde bu söylenti öyle bir kulak dolgunluğu yaratır ki, neredeyse ekmek fiyatına yapılan zammı yetersiz bulma noktasına gelir halk.

Ekmek fiyatına zamda dönen bu dolap, Refah Partisi'nin yerel seçimlerde hem İstanbul'u hem de Ankara'yı alıp alamayacağına dair söylentilerde de döndürülmüştü, CHP'nin Meclis'e girmeme ihtimalinin korkunçluğunu anlatan e-mail zincirlerinde de. Hatta saf olduğuna inanmak istediğim bazıları AKP'nin ilk seçimde 550 milletvekili çıkarma potansiyelini köşe yazılarında sorgulamıştı, kulak dolgunluğu yaratma gayesi taşımadan elbette. Ve yine hatta, ve yine o köşe, MHP'nin de Meclis'e girmesi gerekliliğini usul usul işleyen yazıların ev sahipliğini yapmıştı.

Bugün ise, botokslu yüz ifadeleriyle, "Türban yakında ilköğretimde de serbest olur mu?" diye soruluyor. Olur olmaz konuşmamak lazım, ne diyeyim.

4 Şubat 2008 Pazartesi

Japon Yeni'yle İtalyan Lireti kardeş olsun!

Vay be. Bu günü de gördüm ya.. Hayatımda ilk defa bir fiyat teklifini Japon Yeni cinsinden aldım. Kafamda -artık hangi kritere göre bilmiyorum ama- üç-beş liralık fiyat biçtiğim aletin birim fiyatının "30 küsür Japon Yeni" olduğunu görünce küçük bir şaşkınlık yaşadım açıkçası. E, devre bileşenlerini avroyla, dolarla satın almaya alışmış bünye farkında olmadan bu iki birimi kullanıyor hesaplarında. Neyse ki şaşkınlığım kısa sürdü de internetten JY'nin fiyatına bakmayı akıl ettim. İşte nostalji de o zaman başladı!!

Döviz fiyat tablolarında, hayatımda hiç görüp dokunmadığım Kuveyt Dinarı ve Kanada Doları'nın bile 1 biriminin fiyatı yazılıyken, herşeyi yapabilme yetisine sahip caponların para biriminden ancak 100 tanesi o tabloda 1 satırlık yer almaya hak kazanabiliyordu. Nasıl olur da unuturum ben bu durumu!? Ben değil miydim JY'nin bu itilmiş, bu ezilmiş haline çocuk yaşımda üzülen?

Çok iyi hatırlıyorum, aynı üzüntü yollarından İtalyan Lireti için de geçmiştim çocukluğumda. (Aslında bu durumdan çocukluğumda hafif andon olduğum sonucu da çıkar ya neyse.) Onların para birimi de tıpkı caponlarınki gibi minicikti. 100 İtalyan Lireti bahse değerdi ama 99'unu kimse dikkate almazdı niyeyse. O zamanlar bunun sebebini paralarının değersiz olmasına bağlamıştım. Şu yaşa geldim, hala daha iyi bir fikrim yok. (Ki buradan da andonluğun kolay geçmediği çıkarımını yapabiliriz.)

Ah bir bilen çıksa da bir anlatsa... O gün gelmeden önce de İtalya ve Japonya'nın ileri gelenleri, yaşlıları falan elele tutuşup, iki para biriminin kader birliğinin kardeşlikten mütevellit olduğunu açıklasa... dünya ne güzel bir yer olurdu.

30 Ocak 2008 Çarşamba

Bir olasılık problemi

Öyle aklıma gelen bir soru... Gayet basit:

***********************************************************
Büyük bir çuval düşünün. Bu çuvalın içinde 100 tane nesne olsun.

Bu çuvalın içindeki nesnelerin %60'ının rengi sarı olsun.

Yine bu çuvalın içindeki nesnelerin %60'ının şekli küp olsun.

Buna göre, bu çuvalın içinde en az 1 tane sarı renkli ve küp şekilli bir nesne bulunması olasılığı kaçtır?
***********************************************************

Aslında bu soruyu buraya yazmayı düşünmüyordum ama yeğenim soruyu yazılı göndermemi isteyince (çok yazık :) ) buraya yazmaya karar verdim. En az 7-8 kişinin yanlış yanıtladığı bir soruyu burada sormak çok da garip olmasa gerek :)

Eee, yanıtlamak isteyen var mı?

25 Ocak 2008 Cuma

Hayat'tan bir alıntı...

Ortalama bir hayatım ben; Deniz'in hayatıyım.

O'nu hiçbir zaman uçurumlu yollara sokmadım, ama -sırf kendisinin iyiliği için- çakılı ve dolambacı eksik etmedim yollarından.

Bana bayıldığını sanmam. Benden bir şikayeti olduğunu da düşünmüyorum. Ama bana, hakettiğim şefkati göstermediğini çok zamandır hissettirmeye çalışıyordum. En sonunda, dün gece, aklına girmeye karar verdim!

Yatağa girdiğinde uyumasına izin vermedim: Şener Şen'i soktum aklına! İlkin Vecihi'yi hatırlattım. Sonra Kibar Feyzo'nun köyünün ağasını. Şener Şen'in ne kadar iyi bir komedi filmi oyuncusu olduğunu hatırladı Deniz. Öyle ya, o muzip gülüş ne de yakışıyordu adamın suratına. Gülümsedi yatağında. İşte tam o sırada, doğru zamanın geldiğini anlayıp, Deniz'in zihnine şeytanca Eşkiya'yı, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'ni, Gönül Yarası'nı çağırdım. O muzip gülüşün yerini yüzdeki derin çizgilere, bana -yani hayata- özgü nasırlara, her daim asılı kalan hüzne bıraktığını farketti Deniz. Ve amacıma ulaşmıştım: Bilmem kaçıncı defa, aklında yine beni tersten yaşama arzusu vardı.

Yoo, bana "eksik" diyemezdi. Gidişatımda "bir terslik" olduğunu da düşünmez. Beni olduğum gibi kabul eder etmesine de, çocukluğundan beri her gördüğü ihtiyarın yüzü depreştirir o ihtirasını. Bunun imkansızlığı, hele ki kafasının dumanlı olduğu zamanlarda, ihtirasının yerini beni kısa kesme fikrine bıraktırır. Yanlış anlaşılmasın; intihar değildir aklından geçen. En azından ben, kendi adıma buna sebep olacak bir halt yemediğimi söyleyebilirim. Deniz yalnızca kendisi için değil, tüm türdeşleri için bunu istiyor: gülümsemelerin rakibi olmamalı.

Demek ki ona öğreteceğim daha çok şey var.

16 Ocak 2008 Çarşamba

Alevilik, Ilımlı İslam ve AKP

Bir tartışmanın başlangıç noktasının "kavramlar ve tanımlar üzerinde uzlaşı" olarak belirlenmesi, tartışmanın sağlıklı ve verimli bir biçimde sürdürülebilmesi için güzel ve gerekli bir adımdır. Ancak bu uzlaşı çabasının, ihmal edilebilir miktarda çabayla dahi "yeniden tanımlama" haline dönüşmesi de mümkündür. Ve ne yazık ki kavramların ve tanımların yenilenmesi kimi zaman onların içinin boşaltılmasıyla sonuçlanır.

ABD'nin Irak'ı işgali öncesi ve sırasında yaşananlar, "aşk" gibi, "anne" gibi güzel kelimelerin yanına yakışacak kadar güzel başka bir sözcük olan "demokrasi"nin içinin boşaltılmasının acı bir örneği olduğu kadar, kavramların nasıl kişiliksizleştirilebileceğinin de paragonudur.

Bu başarının maliği G. W. Bush'un dost ve müttefiklerinden yalnızca biri olan Başbakan Erdoğan ve ekibi de aslında bu bağlamda Bush'tan geri kalmaz. Bu ekibin laiklik ve irtica gibi kavramların yeniden tanımlanması isteği uzak geçmişin enstantanelerinden birer örnek değil, güncel olaylardır: Bülent Arınç'ın laikliğin yeniden tanımlanması isteği (!) ile Erdoğan'ın "irtica yeniden tanımlansın" çıkışı, siyasal İslam'ın popülerliğinin doruk noktalarını yaşadığı Erbakan dönemine değil, 2006'nın son aylarına denk gelir. Bu iki çıkışın hemen hemen aynı dönemlerde gerçekleştirilmiş olması da aslında planlı atılan adımlar olduklarının göstergesidir.

Bugün yine aynı ekibin zihninden çıkan, yine birbirine yakın tarihlerde takvimlerdeki yerini alan, yine bir yeniden tanımlama atağı yaşıyoruz: Önce, 2007 yılı başında Fethullah Gülen destekli Abant Platformu Alevilik'i masaya yatırdı ve aynı dönemde AKP'nin Alevi oylarını kazanmak üzere Alevi adayları vitrinine çıkaracağı haberleri yükseldi. Daha sonra ise, sağır sultana kulak tıkatacak gürültüyle Erdoğan'ın "muharrem iftarı"na katılacağı duyuruldu. Tüm bu gelişmeler sırasında ise asıl ilginç olan, bin yılı devirmiş Alevilik'in, yeni bir popüler kültür öğesi gibi lanse edilmesi, gazetelerin Alevilik'e dair yalan-yanlış postülatlar yayınlaması ve bu alternatif yaşam biçimi (!) Erdoğan tarafından gün ışığına kavuşturulmuş gibi bir atmosfer yaratılmasıydı.

Ilımlı İslam'ın figüranlarının bu atılımlarının samimiyeti ve bu atılımlara Aleviler'in tepkileri çoktandır tartışılıyor. Ancak süren bu tartışmaların gidişatı, Alevilik kavramının içinin boşaltılmasından çıkar sağlayacakların ekmeklerine yağ sürmeye başlamış durumda. Burada iki soru sorulabilir: 1. Bu çıkar sahipleri kimlerdir? 2. Bu işten ne gibi çıkarları olabilir?

Alevilik tartışmasının çıkar sahipleri kimlerdir? Çıkarları nelerdir?
Alevilik'in toplumda yanlış veya eksik bilinmesi elbette ki istenen bir durum değildir. Dolayısıyla, toplumun bu anlamda bilinçlendirilmesinin sağlanması olumlu bir çabadır. Ancak durumdan vazife çıkaran bir grubun yine kendileri tarafından seçilen kişilerden oluşmuş bir ekip arasında Alevilik'i tartışması, Alevilik'in topluma anlatılması amacına değil, toplumda Alevilik ile ilgili soru işaretlerinin artmasına katkı sağlar. Bu kafa karışıklığı ise toplumun her daim manipüle edilebilir durumda tutulması için gerekli bir altyapıdır: gerektiğinde Alevilik, Sünnilik'e karşı istenmeyen, tercih edilmemesi ve desteklenmemesi gereken bir seçenek yani bir "öteki" olarak sunulabilir, gerektiğinde kendini Alevilik içinde tanımlayan muhalif veya reformist unsurlar kimliksizleştirilmiş yeni Alevilik tanımı içinde törpülenir ve zayıflatılabilir. Tayyip Erdoğan'ın ünlü "Alevilik Hz. Ali'yi sevmekse ben de Alevi'yim" demeci ve AKP'yi sosyaldemokrasinin yeni adresi olarak gösterme çabası, bu gayretlerin örnekleridir.

Konu bu anlamda değerlendirildiğinde, Alevilik'in birden bire müthiş bir ivmeyle tartışılmaya açılması, Ilımlı İslam'ın mimarlarının projelerini dayandırdığı temellerden biri olmasa bile taşıyıcı kolonlardan biri olarak görülebilir!

AKP'nin bu açılımının Aleviler içinde doğurduğu tartışmaların AKP tarafından amaçlandığına inanmasam da AKP tarafından memnuniyetle karşılanacağına da şüphe yok. Zaten Alevilik'in dışında olup da Aleviler tarafından ortaya konulan tavır ve alınan kararları tartışma maddesi olarak gündemde tutan AKP yanlısı gazetecilerin bolluğu da bu memnuniyeti bir anlamda ispatlıyor.

Şu halde, Alevilik'in bir tartışma konusu olarak yoğun bir şekilde gündemde tutulması, varolan sistemin güvencelerinden biri olarak gösterilmesi ve bu algılamanın pekiştirilmesi, sistemle olan ilişkisinin yeniden düzenlenmesi beklentisi ancak Ortadoğu halklarının geleceğini yalnız kendi kalemleriyle çizme isteğinde olanlarla bunların mürekkeplerinin işine yaramaktadır.

Bu demek değildir ki Alevilik veya diğer herhangi bir din veya dünya görüşü bir tabu olarak kalmalıdır. Aksine, içlerindeki aydınlanmacı unsurlar baskın öğeler haline gelmelidir ki topluma hizmet edebilsinler ve varlıklarını sürdürsünler.

İşte o zaman ve ancak o zaman farklılıklar kutuplaşma sebebi olarak değil, zenginlik kaynağı olarak görülecektir toplumda.

10 Ocak 2008 Perşembe

Kablo İnternet


Uzun yıllar 56k bağlantıyla çile doldurduktan sonra daha hızlı bir internet bağlantısı almaya karar verdiğimde iki seçenek vardı önümde: ya Türk Telekom'dan veya onun hizmet sattığı şirketlerden ADSL satın alacaktım ya da Türksat'ın Kabloİnternet'ini.

Türk Telekom'un özelleştirme görünümlü peşkeşle yabancı sermayeye aceleyle hediye edilmesi tek başına zaten yeterince sinir bozucu değilmiş gibi, önümdeki topu topu iki seçenekten birini seçim dışı bırakarak beni bir mecburiyete de itmişti aynı zamanda.

İşte böylesi bir mecburiyetle başladığım Kabloİnternet'li hayatımın ilk günleri cicim ayları şeklinde geçerken, sonraki bir-iki hafta içinde, gelecekte ne kadar kabus olabileceğinin ipuçlarını vermeye başladı.

Akşamın bilmem kaçında işiniz internete düştüğünde kablo modeminizin ışıl ışıl yanması gereken diyotları size yalnızca göz kırpıyorsa, yapabileceğiniz tek şey Türksat'ın müşteri hizmetleri servisini aramaktır. Evet, aslında hiç hizmet olmamasından daha iyidir böyle bir servisin olması fakat telefonunuzun 4, 0, 1, 2 ve 6 numaralı tuşlarını diğer tuşlardan daha sık kullandığınızı farketmeye başladığınızda telefonda önce "kolay gelsin"leri, sonra "iyi akşamlar"ı esirgiyor, daha ilerleyen aşamalarda ise farklı hitaplar geliştiriyorsunuz.

Bütün bu yazdıklarım, aslında sıkça rastlanabilecek memnuniyetsizlik örneklerinden biri. Konunun asıl can sıkıcı tarafı, memnuniyetsizliğimin kaynağı durumundaki şirketin çarşaf çarşaf ilanlarla duyurduğu kampanyanın ucunun maddi ve teknik yönden bana ve Kabloİnternet kullanıcılarının önemli bir kısmına dokunuyor olması.

Maddi yönden başlayalım... Benim Kabloİnternet aldığım dönemde fiyatı, hızı ve esnekliğiyle en mantıklı seçenek 1Mbps-kotalı internet seçeneğiydi. Sıkça sorun yaşatmasını ve kimi zaman tüm haftasonu süren bölgesel arızaları gözardı edecek olursak, 15YTL'lik fiyatı nedeniyle gayet cazip görünen bu hizmetin fiyatı, "Büyük İndirim" diye duyurulan kampanyada 16YTL'ye yükseltilmiş durumda. Elbette ki Türksat'ın sunduğu hizmetin fiyatını belli miktarlarda arttırma hakkı vardır. Lakin, Kabloİnternet kullanıcılarının büyük kısmının abone olduğu bu hizmete yapılan zammın "Büyük İndirim" kampanyasıyla gözlerden kaçırılması hiç hoş değil.

Teknik Boyut
İşin teknik yönüyle açıklanınca ortaya çıkan gerçekler ise daha sevimsiz. Bu sevimsizliği ortaya çıkarmak için ilk önce ADSL ve Kabloİnternet teknolojilerinin ortak ve farklı yönlerini incelemek gerekiyor.

Hem ADSL hem de Kabloİnternet omurgası fiberoptik teknolojisinden faydalanır. Yani veri trafiğinin aktığı ana arterlerde veri fiberoptik kablolarla taşınır. Ana arterden sitenize, evinize ve nihayet odanızdaki bilgisayara bağlantı çekmek için ADSL twisted pair kablo kullanırken, Kabloİnternet koaksiyel kablo kullanır.

Koaksiyel kablonun veri taşıma kapasitesi, twisted pair kablonun kat kat üzerindedir. Bu anlamda koaksiyel kablo, hızlı internet bağlantısı için çok iyi bir çözüm olarak görülebilir. Ancak Kabloİnternet hizmetinde, ana arterden odanıza kadar gelen koaksiyel kablo birden fazla kullanıcı tarafından paylaşıldığı için, bu kablonun sağlayabileceği hızdan sizin payınıza düşecek miktar, kabloyu paylaşanların sayısı arttıkça düşecektir. Dolayısıyla, "Büyük İndirim" türünden kampanyalar yeterli altyapı yatırımıyla desteklenmediği müddetçe Kabloİnternet abonelerinin veri indirme hızları, sözleşmelerinde yazan değerin epey altında kalmaya devam edecektir.

Daha sade bir dille anlatmak gerekirse: gerekli yatırım yapılmazsa Kabloİnternet hızı, kullanıcı sayısı arttıkça düşecek.

Ve neticede olan, telefonumun tuşlarına ve benim sinirlerime olacak.

8 Ocak 2008 Salı

Oh be, yabancı hayranı değilmişim!


Çabuk sıkılan, maymun iştahlı biri olmamdandır herhalde, öyle ahım şahım bir futbol izleyicisi değilim: televizyon başındaki yerimi alıp seyre başladığım maç düşük tempoda seyrediyorsa, bir de üstüne yana-geriye paslar havada (ve tabii ki yerde) uçuşuyorsa, baş parmağımı kumandanın P+ tuşuna götürürken ne gözümde yaş belirir, ne zihnim meraktan kıvrılır, ne de vicdanım sızlar. Ama kendimi bildiğimden beri İspanya, Almanya, İngiltere ve hatta İtalya liglerinin beni daha uzun süre hipnozda tutmayı başardığını hatırlarım. İşte tam da bu nedenle hep kendime sormuşumdur "neden?" diye.

Düşük tempoysa derdim İtalyanlar'ı niye izledim? Hasan Şaş'ın yana ve hatta kendi kalesine doğru yaptığı koşuların günahı neydi İngiliz takımlarını izleyecektiysem? İspanyollar'ın hiç mi kötü maçı olmadı? Almanlar pek mi estetik duruyor topla?

Elbette ki bu ülkelerin tamamı, diğer pek çok alanın yanı sıra futbolda da Türkiye'den daha iyi durumdalar ama benim televizyon başında yaşadığım buhranın sebebinin sahada oynanan futbolla ilgisi olmadığını nihayet kavradım. Meğer futbol diye izlediğim -hadi haksızlık etmeyelim, beni saran şey- sahadaki atmosfermiş. Ve yine anladım ki, kim ne derse desin, atmosferin esas sahibi ve yaratıcısı tribünlermiş.

Bakmayın siz Avrupa kupalarındaki rakiplerin havaalanlarında ayaküstü yaptıkları "Türk seyircisi bizde olsa keşke" kıvamındaki ağza bal çalmalarına. Ne desin ki adam? "Şunca yıldır kupalara katılırsınız, bir 2000'de UEFA'yı aldığınızı gördük; İstanbul'a da gezmeye geldik" mi diyecekti?

Tamam, Türk seyircisi ateşlidir ama o ateş neredeyse tamamen bencildir. Ne yani, tribünler Pınar Başı'nı söyleyince sahadakiler sancak görmüş süvari gibi aşka mı gelecekler? Ya da iki hafta sonra karşılaşılacak ezeli rakibe düz gidilince forvet kendini mi bulacak?

Takımı gerçekten de ateşleyebilen bazı tezahüratlar olduğunu kabul ediyorum ama hangi insan evladı "yaparsın, ezersin, aslansın koçum" yerine yalnızca ve basitçe takdir edilmeyi tercih etmez ki? Yani tam da Avrupa'daki futbol izleyicilerinin tavrını?

Ya da maça çıktığın anda on bin nüfuslu güruh görmektense elli bin futbol seyircisi yeğ değil midir?

Bütün bunlar bir araya geldiğinde sahada veya ekranda gördüğümüz şey puan kavgasından futbol maçına dönüşüp güzelleşmiyor mu?

İşte bütün bunları farkettiğim anda anladım ki Türkiye Ligi'ni değil de Almanya Ligi'ni izlemeyi tercih etmemin sebebi bir olasılık bilinçaltımda beslediğim yabancı hayranlığı değil, salt futbol izleme isteğimmiş.

İyi hoş da sormazlar mı adama "bu işler neden orada öyle de burada böyle" diye?

Sorarlar. Zaten bütün mesele de o ya. Neden futbol izleyicisi bu kadar sorunlu? Uyuşturucu çok alınınca uyarıcı mı oluyor yoksa?

7 Ocak 2008 Pazartesi

"Üniversiteye herkes gitmemeli"


Söze bodoslama girmeyi severim. Belki de bu yüzden, lafı eveleyip gevelemeden konuşanlara da ilk notum hep olumlu olmuştur. Yeni YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan'ı birden bire sevmemin(!) ya da kendisine ısınmamın sebebi de bu durumdur herhalde: Sanki Cumhurbaşkanı ve Başbakan kendisine hiç "Aman Hoca, dikkat et, birşey söylersin de ipimizi çekerler" (*) diye ayar vermemiş de Başkan hazretleri bu sefer "Amaç, sadece belli sayıda insanı üniversiteye taşımak olabilir. Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir." (*) diye buyurmuşlar. Öyle asi, öyle başına buyruk!

Ben ne kadar işi şakaya vurmaya çalışsam da bu sözleri söyleyen insan -kuruluş şekli ve icraat dosyasının içeriği ne olursa olsun- Türkiye'de yüksek öğrenime yön verme sorumluluğunu taşıyan kurumun başı, ve bu kişinin ağzından dökülenleri geleceğin biraz bulanık bir kopyası olarak kabul etmek mümkün.

Yüksek öğrenimin geleceğinin fotoğrafı Özcan'ın bu sözleriyle özetlenebilecekse Türkiye'nin bugünden daha karanlık günlere doğru yol alacağını kestirmek zor değil.

Ancak Özcan -istemeden de olsa- önemli bir kararı da tartışmaya açmış oldu. Açıklamaları özetleyen yukarıdaki cümlelerden ilki üzerinde kafa yormaya değer aslında:
"Amaç, sadece belli sayıda insanı üniversiteye taşımak olabilir." Bu "belli sayıda insan"ın kimler olacağına dair yöntem ve öngörüleri bir süre için bir kenara bırakacak olursak, önerilen durumun "iyi" olmaktan öte bir çeşit gereklilik olduğunu düşünüyorum.

Evet, sosyal devlet anlayışı bireylerin temel gereksinimlerinin devlet tarafından karşılanmasını ve dahası, bu gereksinimlerin karşılanabilirliğini garanti etmelidir. Biraz daha açmak gerekirse, devletin görevi -örneğin- yalnızca üniversiteye giden kesimin bu alana ilişkin masraflarını karşılamak değil, aynı zamanda üniversiteye gitmek isteyenlerin gidebileceği üniversiteler de kurmak olmalıdır. Ancak, yine eğitim örneği üzerinden gidecek olursak, dengeli ve sağlıklı toplum gelişimi için, eğitim alanında gerçekleştirilmesi gereken yatırımlar üniversitelerle sınırlı kalmamalıdır. Üretim kültürünün oluşması ve devamı için gerekli ara eleman ihtiyacının da yine devlet tarafından yetiştirilmesi, kapitalist düzende yalnızca yırtıcı olmanın değil, hayatta kalmanın da gereğidir.

Türkiye'de ara eleman yetiştirilmesi için meslek liseleri kurulmuştur kurulmasına da, bu liselerden mezun olanların hayatlarının geriye kalan kısmında izleyecekleri yolun neredeyse tamamının sermaye sahipleri tarafından çizilmesine de göz yumulmuştur: bankalarda gişe memuru olarak çalışan biyologlar, gün boyu yalnızca teknik resim çizen makine mühendisleri, lokanta programları yazan bilgisayar mühendisleri, defter tutan iktisatçılarla birlikte meslek lisesinde bankacılık okuyan, endüstri meslek lisesi veya ticaret lisesinden mezun olmuş gençlerin hayattan tat almamasının da, toplum için harcanabilecek kaynakların mahvının da sorumlusu önce fazla nitelikli elemanı ucuza çalıştırma açgözlülüğüne sahip sermayedar, sonra ve daha çok ise, bu suistimalin önüne geçmek için gerekli adımları atmayan devletdir.

Elbette ki bu sermayedar ve devlet ilişkisi bir tesadüf veya ihmal sonucu değil, bile-isteye doğurulan bir durumdur. Sosyal devlet olma iddiasında olan bir devletin bu durumu oluşturması ilk bakışta bir çelişki gibi görülse de, durumun oluşması sürecinde alınan kararlar ve açığa çıkan ilişkiler için kullanılacak sözcük "çelişki"den daha ağır anlamlar içermelidir.

Şu halde, esas itibariyle, Özcan'ın dillendirdiği o tek cümle aslında Türkiye'nin doğru yola girmesi için atılması gereken adımlardan biridir.

Ama Özcan'ı YÖK Başkanı yapan Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın aklından geçen yöntemle gerçekleştirilecekse, Türkiye'nin yoldan çıkıp yalın ayak çakıl patikaya sapmasından başka hiçbir işe yaramayacağı aşikar. Zaten tam da o yüzden o kısmı burada tartışmadım ya.